Benim bir telefonum var. Aslında iki telefonum var ne yalan söyleyeyim. Bir tanesinin numarası herkeste... Bakkal, kapıcı, işçi, memur, taksi şoförü, öğretmen, öğrenci, garson, komi, vs... Bir de numaramı, bu saydıklarımdan alanları ekleyin... Beni zaman zaman ararlar, hepsinin karşısına tek tek çıkarım, dertleşir halleşiriz. Onlar benim için çok değerli. Genelde halkın arasındayımdır. Pazara giderim, otobüse dolmuşa binerim. İnsanlar beni, ben de onları severim. Konuşuyorlar bana, ben de onları konuşturuyorum ve sıkıntılarını dinliyorum. Genelde mutsuz insanlar... Son zamlar belli ki keyiflerini kaçırmış. Hemen herkesi mutsuz ve tedirgin etmiş 4+4+4... Öğretmenler, okul müstahdemleri, öğrenciler ve veliler, beni adeta türbe yaptılar.
Aralıksız dinliyorum dertlerini. 4+4+4’ten memnun olanı görmedim. Başı örtüğü, açığı dizini dövüyor. “Zam”a gelince; “Açtık; sürüneceğiz” diyorlar. Hukuk, adalet... Artık yırtılmış kavramlar onlar için. Hapishanelerdeki paşaların, gazeteci ve yurtseverlerin suçlu olduğuna hemen hiç kimse inanmıyor. Pek çoğu Tayyip Erdoğan’ın hasta olduğunu düşünüyor ve olup bitenin normal olmadığını düşünüyor. Genel kanı, Türkiye’nin ileri değil de geri gittiği doğrultusunda. Önceleri “BOP”un ne olduğunu kavrayamamışlardı, ama şimdi herkes Büyük Ortadoğu Projesi olduğunu biliyor. Amerika bizi bölüp parçalayacak, diyorlar. Türkiye’nin güneydoğusunda bir Kürdistan, yanına da Ermenistan’ın kurulacağını çoluk çocuk biliyor artık.
Azınlık denilen vatandaşlarımızın huzursuz edildiği, Amerikan Ajanlarının yurdumuzda fink attığını halkın reddine rağmen, Suriye üzerinde oynanan oyunları herkes biliyor. Angelina Jolie de bir Amerikan Ajanı. Bakmayın siz İdris Naim’in salyasına sümüğüne... Ben Angelina’nın ciğeri beş para etmez demiştim, öyle de çıktı. Tayyip Erdoğan, şimdi ona para edecek bir ciğer arıyor! Ustacığım, artık herkes her şeyin farkında. Bağırmaların çığırmaların çözüm değil. Türkiye’yi büyük bir volkan yanardağ ağzı gibi düşün. Ufak ufak köpürmeye başladı, haberin ola. Ben halkın nabzından anlıyorum bunu.
Uçtu uçtu, Başbakan uçtu
Başbakanın uçağı 200 milyon dolar, içini de beğenmeyip yeniden dekore ediyorlar, dört yüz milyon dolar...Vay yavrum vay; ülke açlık sınırında yaşıyor, biz, üstelikte başbakanın 7. uçağından söz ediyoruz.Bu şatafata hiç gerek yok biliyor musunuz? Bir uçak neyine yetmiyor, hiç uçağı olmasa ne olur! Zenginler uçaklarını birbirlerinden kiralıyorlar. Kendileri binmedikleri zaman çalıştırıp masraflarını çıkartıyorlar. 7 uçak birden, hem de bu fiyatlara. Ülke insanlarının vergilerinden alınmıyor mu bu uçaklar? Paralar uçuyor, vergiler uçuyor, uçak diye. Vatandaşın boğazından kesip, kemerini sıkacağınıza, kendi lüksünüzü kessenize... Yavru Amerika olduk diyorum, inanmıyorsunuz.Obama’nın Beyaz Saray’ı olur da, ustanın olmaz mı? Atatürk Orman Çiftliği’nde hem de...Atatürk’ün diktiği yüzlerce ağacı keserek...
Yaşa be başbakan, senin yaptığını kimse yapamadı şu ülkede. Hadi uç bakalım, uç da el sallayalım sana ve yeni uçağına.
Neşet Ertaş
Benim çocukluğumdan dostum, ağabeyim o bozlakçı...Rahmetli babasını da soluk almadan dinlerdim. Neşet abi bizi çok severdi. Ankara’da pek çok anım var kendisiyle. Mahsuni de öyle. Sırf biz gençlere çaldıklarını hatırlarım. Neşet Ağabey’in yeni bestelerini ilk bize çalıp, fikirlerimizi sorduğunu hatırlarım. Beraber rakı içtiğimizi hatırlarım. Yemeği yedikten sonra sorardık kendisine, soda mı, gazoz mu alırsın, diye.Tatlısı varken tuzlusunu niye içeyim, diye yanıtlardı bizi.Canımız, alevi dostumuzdu bizim.Hep söylerim eğer bir sanatçı için bir şey yapmak istiyorsa Devlet, sağlığında yapsın; öldükten sonra ortalıkta koşuşturmak biraz reklama giriyor. Son zamanlarda, tabutlar futbolcu formasına reklam alır gibi alınıyor omuzlara.
Geçenlerde güzel bir karikatür vardı gazetelerden birinde. Hani Genelkurmay Başkanımıza bir halı hediye etmişti bir valimiz. Sonra da, “kötü mü yaptık, şehrimizin reklamını”, demişti. Karikatürist de şöyle değerlendirmiş durumu; Vali, şehit tabutlarının üzerine örtüyor o halılardan ve diyor ki;”Bu tabutlar şimdi yurdun dört bir tarafına dağılacak, halılarımızı görmeyen kalmaz, bundan iyi reklam mı olur?” Mizahın yerini başka bir şey doldurabilir mi? Tevekkeli değil BOP Eş başkanımız boşuna nefret etmiyor mizahtan.
Hilmi Özkök
O da bir paşa. Diğer paşalar, gericilikle mücadele edip teröre göğüslerini gerdikleri ve Amerika’ya karşı çıktıkları için, Mustafa Kemal’in askerleri oldukları için hapishanelerde çile dolduruyorlar. Özkök Paşa, paşaların paşası, o dışarıda elini kolunu sallayıp paşa paşa geziyor. Acaba hala nedenini bilmeyen var mı?
Paşa, gece başını her nereye koyuyorsa rahat uyuyabiliyor mu acaba? Vicdanı rahat mı mesela? Yoksa rüyasında görüp arkadaşlarını, kâbus gördüm diyerek kan ter içinde mi uyanıyor? Paşam; huzur içinde yatma bence. Zira halk, neyin ne olduğunu biliyor. Müsaadenizle, şu cümleyi de bir yere sıkıştırayım.
Engin Alan Paşa özet olarak, dışarıda ve görevdeyken, başbakanın geldiği bir törende ayağa kalkmayı unutmuş. BOP Eşbaşkanı da Engin Alan Paşa’yı o nedenle içeride unuttu.
Ümit Boyner
Son zamanlarda biraz gözü karardı Boyner’in.Güzel laflar dikte ettiriyorlar kendisine.O da “veryansında...” Hoşuma gidiyor ne yalan söyleyeyim. Ne var ki, geçen gün Enver Aysever’in Aykırı Sorular’ında, sürüm sürüm süründü. İki lafı bir araya getiremedi. Lafı ağzında evirdi çevirdi, geveledi durdu. Bu durumu, sanki şöyle algıladım; bir şeyler söylemek istiyor söylemesine, ama kontrolü elden kaçırmamak için, oto sansürde edeceği lafın yanlış bir yere çıkacağından korkuyor. Başbakandan korkuyor, hükümetten korkuyor, kendisinden korkuyor hatta gölgesinden de. Velhasılı kelam, hem kapitalist olacaksın, hem haktan hukuktan söz edeceksin; kolay iş değil doğrusu. Hazır gözünü karatmışken bas gaza, yanındayız.Yani var ya; cesaretli olmanın, doğruları konuşmanın ve bu konuda halkın takdirini kazanmanın da, değme keyfine gitsin...
Altın Koza
Ülkemizde iki önemli film festivali yapılıyor, sinemamızın ileri gitmesi, gelişmesi adına. Bir şans bu aslında. Ama nasıl değerlendiriyoruz hele bir bakın. Değerlendirebiliyor muyuz? Değerlendiremiyor muyuz? Antalya Film Festivali’nin bu yılki başkanı Hülya Hanım, şimdi de şöyle bir kelam etmiş. “Ben ticari sinemaya destek olacağım. Recep İvedik’leri filan destekleyeceğim.” Hadi bakalım şimdi... Konuştukça batıyor. Bu festivaller “ticari” filmler için yapılmıyor ki! Sanat filmleri için yapılıyor. Ticari filmlerin desteğe ihtiyacı yok. Onlar kendi gelirlerini nasıl olsa sağlıyorlar. Sanat filmlerinin desteğe ihtiyacı var. Allahtan çekilmişim, yokum... Belli ki kendi popüler kültürünü, 50 yıllık geleneği olan bir festivalde yansıtacaksın. Memlekete hayırlı olsun.
Altın Koza, Antalya’yı örnek alır da düzgün bir iş çıkarır, beklentisindeydik. Ama ne mümkün! Onlar da yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Orada da Nuri Bilge Ceylan’cılar, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu gibi ülkemizin medar-ı iftiharı yönetmenleri bir klik sonucu harcadı. İki ustanın iki önemli yapıtına yazık oldu doğrusu.
Erkekler de ağlar (ağlamalı)
Ağlamak bir refleks, bir reaksiyondur; tıpkı aksırmak gibi... İnsanlar duygularıyla vardır. Ağlamak, duygunun en tepe noktasıdır. Çocuğunuzun bir başarısı sizi ağlatır. Kazanılan bir zafer sizi ağlatır. Ben bayrağımızı görüyorum, gözlerim doluyor. İstiklal Marşı okunurken, önümden bir bando ve asker geçerken ağlıyorum.
Çok sevdiğiniz bir ebeveyninizi kaybettiğinizde ağlarsınız. Zaten kendinizi tutmanız doğal değil, zarar verir bedeninize. Ağlayın ağlayabildiğiniz kadar. Bu, bedeninizi güçlendirir. Güvendiğim psikanalist Işın Baran’ın da dediği gibi; “Ağlamak gülmek kadar gereklidir. Bu reaksiyonları veremeyenlere biz “hasta” diyoruz. O durumda da bana geliyorlar.” Hapishanelerde yatan değerli yurtsever aydınların ne denli dik durdukları, toplumca malumumuz. Hatta onların diklikleri yanında, biz bükük kalıyoruz. Hatta başımızı eğip önümüze bakıyoruz. Ağlamak, eğilmek bükülmek değildir. Ağlamak, bir haktır zira.
İnsan; gülen, ağlayan ve düşünendir...
28 Eylül 1950
Bu tarih, herhangi bir yerin kurtuluş tarihi değil. Bu tarih benim doğum günüm. Tamı tamına 62 yaşındayım...Çocukluğumda, doğum günlerimde; öğretmen annem, şimdi hâkim emeklisi olan ablamla birlikte, bize en güzel kıyafetleri giydirir (olabildiğince), bizi bir pastaneye götürür, orada kuru pasta ve limonata yedirir-içirir, sonra bana karınca kararınca hediye alınır (oyuncak falan değil)... Ya bir ayakkabı, ya bir gömlek, ya da bir süveter kazak... Sonra da mahalle fotoğrafçısına gidilir, o günün anısına resim çektirilir...Ablam Ayça Aydın’da bana her seferinde bir kitap alır, sonra küçük törenimiz biter ve ben kendimi oynamak için sokağa atarım...
Doğum günlerinde asıl amaç adam yerine konulmak; bunun için de başta adam olmak lazım. Olmayanı zorla oraya koyamazsınız. Günümüz Türkiye’si adamdan yoksun bir ülke oldu. Hani bir bilge var; “Diyojen”... Güpegündüz, elinde fener, bir başına dolanırken, çevredekiler soruyorlar; “bu ne hal, ne arıyorsun böyle?” “Adam” diyor, “adam arıyorum”...
O gün, tek bir fenerle, tek başına aramış Diyojen “adam”ı, bugün fener alayıyla gezsen boş. Adamlar yerin dibine geçti. Ben; ülkesinin sorunlarına sırt çevirmiş, korkak, suskun insanların adam olmadıklarını çok iyi biliyorum. Ne mutlu bana ki, onlardan değilim. “Adam” olduğuma inanıyorum. Onun için bana, mütevazı bir doğum günü kutlaması yapmak caizdir.
Bugün, benim gıyabımda, beni çok sevdiğini bildiğim Sevgili Aslı, evinde bir davet veriyor. Bu davete de “adam”lar çağrılı. Güya bana sürpriz, ama ben biliyorum. Kim mi bu adamlar?
Ayten Gökçer, Zuhal Olcay, Uğur Dündar, Müjdat Gezen, Yılmaz Özdil... Bütün bu Atatürkçü delilerin başına bir de deli doktoru, Işın Baran ve eşi. Benim iki oğlum ve eşleri,
Gökçer’in kızı ve kocası... Biraz ölüm ilanı gibi oldu, ama doğumla ölümü küçük bir tire çizgisi ayırır biliyorsunuz. O kadar birbirlerine yakındır ölüm ve doğum.
Evet, davetli “adam”lar bunlar. Ve tabii bir de Türk halkı. Evet, bugün Sevgili Aslı’nın himayelerinde yeni yaşıma giriyorum. İnşallah başka bir yere “girmem.” Hem ben girmeyeyim, hem de dilerim, “girenler” de çıksın artık.
Bilmem anlatabildim mi?