Türk Edebiyatı

Türk edebiyatı, Türk yazını veya Türk literatürü; Türk diliyle üretilmiş sözlü ve yazılı metinlerdir. Türkiye topraklarında gelişen Türkçe edebiyatın ilk ürünleri 13. yüzyıla aittir. 14. yüzyıldan itibaren Anadolu'da önceki sözlü geleneklere ek olarak, büyük ölçüde yazılı bir edebi gelenek ortaya çıkmaya başladı. İlk yazılı örneklerini 13. yüzyılda vermeye başlayan Batı Türkçesinin müşterek olduğu dönem, 16. yüzyıldan başlamak üzere kesin çizgilerle ayrılan iki ağzın oluşmasıyla Azerbaycan Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi olarak bir birine çok yakın iki yazı dilinin ortaya çıkmasıyla neticelendi. 19. yüzyıla kadar İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen Osmanlı devri Türk edebiyatının ürünleri Halk edebiyatı ve Divan Edebiyatı olarak birbirinden farklı yanları olan iki kolda gelişti. Osmanlı sarayı çevresinde, Fars edebiyatı'nın etkisiyle üretilen klasik edebiyat denilen divan edebiyatı ağır basarken halk arasında, sözlü gelenek uzun bir zaman devam etti.

19. yüzyılda Tanzimat Dönemiyle beraber Türk edebiyatında Doğu etkisi azalmaya başladı ve yerini Batı kökenli edebiyat unsurları almaya başladı. Bu dönemde Türk edebiyatçılar özellikle Fransız edebiyatından önemli ölçüde etkilendiler. Türk edebiyatı roman türü ile ilk kez 19. yüzyılda Tanzimat döneminde tanışarak telif ve tercümelerle bu yöne eğilmeye başladı. Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatının ikinci ve toplu hareketi 1895 yılında, Servet-i Fünun mecmuasında toplanan genç edebiyatçıların öncülük ettiği Edebiyat-ı Cedide hareketi oldu. Tanzimat dönemi yazarları yurt sorunlarıyla yakından ilgilenerek, yurt, ulus sevgisi gibi konuları işleyip, halkın anlayabileceği bir dille yazmaya çalışarak, halkı eğitmeyi amaçlarken, aydınlara seslenerek sanat için sanat ilkesini benimseyen Edebiyat-ı Cedide yazarları, ağır bir dil ile süslü ve sanatlı bir anlatım benimsedikleri için Tanzimat’ın başlangıcından beri sadeleşmeye doğru giden yazı dilini yeniden ağırlaştırmakla suçlandılar. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başından itibaren başlayan ulusal uyanışın etkisiyle, 1908 Devriminin ardından II. Meşrutiyet döneminde, temelini Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden uzaklaştırma ve içerikte halkın sorunları ile yerli yaşamın oluşturduğu Milli Edebiyat akımı ortaya çıktı.

Osmanlı monarşisinin çöküşünden kısa süre öncesine kadar, sözlü ve yazılı gelenekler birbirinden ayrı kalırken 1923'ten sonra Cumhuriyet ile beraber bu iki gelenek ilk kez bir araya geldi. Türkiye'de Cumhuriyet devrinin ilk zamanında da Milli Edebiyat hâkimdir. Âşık ve tekke edebiyatı, modernleşmenin etkisiyle gücünü yitirirken, divan edebiyatından ise 1928 yılında gerçekleşen Harf Devrimi ile Latin alfabesine geçilmesi, ardından 1930'lu yıllardaki Dil Devrimi ile değişen edebiyat akımlarıyla, Osmanlı dönemine ait bir tür olarak vazgeçildi. Milli Edebiyat'ın milliyetçi görünümü sonraki devirde Anadoluculuk ve halkçılık olarak edebiyata yansıdı. Daha sonra II. Dünya Savaşı ve savaşın siyasi etkileriyle toplumculuk ve köycülük akımları güçlendi. Modern Türk edebiyatı öykü, roman, eleştiri, deneme, şiir ve tiyatro eserleri gibi hemen her türde örnekler içermektedir. Genellikle modernist bir çizgide seyretmekte olsa da postmodernizmin etkileri de yoğun olarak görülmektedir.

İslamiyet öncesi

İslamiyet öncesi yazılı Türk edebiyatı taşa kazınan yazıtlar ile başlar. Türk dilinde bilinen en eski yazılı metinler, 8. yüzyıldan kalma Orta Moğolistan'daki Orhun Irmağı vadisinde bulunan Orhun Yazıtları'dır. Bu yazıtlar, Eski Türkçe ile Türklerin bilinen ilk alfabesi olan Orhun alfabesi kullanılarak Göktürkler tarafından yazılmış yapıtlardır. İslamiyet öncesi Türk edebiyatının büyük bölümünü sözlü ürünler olan destanlar, savlar, sagular ve koşuklar oluşturur. Eski Türklerde kam, kaman, baksı, şaman yerini tutan ozanlar; raks ve müzik ustalıklarının yanı sıra büyücü ve doktor görevini de üstlenmişlerdir. Törenlerde raks ederken sazlarıyla da destan parçaları, sav, sagu, koşuk okuyarak kötü ruhları da büyüleriyle engellemeye çalışır, hastaları iyileştirme görevi de üstlenirlerdi. Büyük bir kısmı yazıya oldukça geç geçirilen Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına da Arap, İran ve Çin kaynaklarından ulaşılmıştır.  Savaşta yaralanan bir Türkün dişi bir kurt tarafından kurtarılması, korunması ve Türklerin çoğalıp eski güçlerine ulaşmalarının anlatıldığı Bozkurt Destanı Göktürk Kağanlığı dönemine aittir. Türeyiş ve Göç Destanı ise Uygur Türkleri'ne aittir.

Uygur dönemine kadar kağıda yazılmış eser bulunmamaktadır. 9. yüzyılda Uygur Kağanlığı ile kitap halinde Türkçe eserler ortaya çıkar. Türk destan geleneğinin şekillenmesine önemli katkıları olan, Türklerin atası olduğu varsayılan Oğuz Kağan'ın hayatını anlatan Oğuz Kağan Destanı’nın Türklerin İslamiyetten önceki dönemini yansıtığı bilinen en eski nüshası 13. ve 14. yüzyıllarda Uygur alfabesi ile yazıya geçirilmiştir. Bu dönemde Türkçenin edebi ürünlerde birçok ilki ortaya çıkmıştır. Rahmeti Arat'a göre: "Uygurlardan daha önce Köktürklerin yazıları, yani oyma (Türk-runik) alfabesi ile bize kadar gelmiş olan Köktürk yazısı vardır, ancak Köktürk yazısının devamlı surette gelişen bir edebiyatı bulunmamaktadır. Fakat Uygur yazıları ve Uygur dili vesikaları, sayılı mezar taşından ibaret olmayıp parlak bir devri aydınlatan, geniş sahalara yayılmış bir kültürün dilidir."  Uygur Metinleri, Uygur alfabesi kullanılarak yazılmıştır. Bu yazıtlarda Budizm ve Maniheizm dininin ilkeleri anlatılmaktadır. Bu yazıtlar Türkistan'ın Kara Hoço kenti yakınlarında olan Turfan'da yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkmıştır. Uygurlardan günümüzde ulaşan eserlere örnek olarak Irk Bitig, Sekiz Yükmek ve Altun Yaruk sayılabilir.

İslamiyet sonrası Türk edebiyatı ve kolları

Divânu Lügati't-Türk eserindeki harita.

İslamiyet'in Türklerce kabulünden sonraki bilinen ilk yazılı eseri, 11. yüzyılda Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacib'in Doğu Karahanlı hükümdarı Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han'a atfen Eski Türkçe olarak bilinen Karahanlı Türkçesi ile yazdığı ve takdim ettiği Kutadgu Bilig'tir. Aynı dönemde Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânu Lügati't-Türk, Türk edebiyatının en eski yıllarına kaynaklık eden en önemli bir eserdir. İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü ürünleri olan sav, sagu, koşuk, destan gibi türlerden de örnekler içerir. Kaşgarlı Mahmud Türklerin dillerine, inançlarına, gelenek ve göreneklerine, edebiyat ve folkloruna varıncaya kadar ayrıntılı bilgiler vererek, bu bilgileri gerektiğinde hadisler, atasözleri, şiir parçaları ve dörtlükler gibi canlı örnekler sıralayarak açıklamaya çalışır. En eski Türk savları (atasözleri) Divânu Lügati't-Türk'te yer almaktadır.

İslamiyet'ten sonraki Türk edebiyatının bilinen en eski örneklerinden biri ve tasavvufi Türk edebiyatının ilk eseri olan, Türkistan'da yetişen Ahmet Yesevi'nin (ölümü:1166) dile getirdiği "hikmet" adı verilen şiirlerini bir araya getiren Divan-ı Hikmettir. 13. yüzyıldan itibaren Anadolu'da oluşacak olan Tasavvuf kültürünün temeli bu yapıttadır. 11. yüzyılın sonlarında Malazgirt Savaşı'nda Selçukluluların zaferinden başlayarak Oğuz Türkleri Anadolu'ya yerleşmeye başladı. Ancak Türkiye topraklarında gelişen Türkçe edebiyatın ilk ürünleri 13. yüzyıla aittir. 14. yüzyıldan itibaren Anadolu'da önceki sözlü geleneklere ek olarak, büyük ölçüde yazılı bir edebi gelenek ortaya çıkmaya başladı. 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İslam dini etkisinde ve İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen edebiyatın ürünleri birbirinden farklı yanları olan iki kola ayrılır.

Divan edebiyatı

Divan Edebiyatı her açıdan örnek aldığı İran edebiyatının etkisi altında 13. yüzyıl sonlarında Anadolu'da doğdu ve saray ile medrese çevresinde aydın topluluğun edebiyatı olarak bir gelişim gösterdi. Divan şiiri kurallarını Arap ve Fars edebiyatından alan aruz vezni ile yazıldı. 13. yüzyılın sonunda Anadolu’ya gelerek Selçuklu sarayında bulunmuş, eğlence ve irfan meclislerine katılmış olan Hoca Dehhânî, İran klasik edebiyatını örnek alan ilk klasik Türk şairi olarak kabul edilir.  Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmasından sonra kurulan Anadolu beyliklerinin merkezinde Farsça'dan Türkçeye geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti. Bu devirde özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçeye aktarıldı. Gene bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçenin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu halde başlangıçta Türkçe sözlere, deyimlere hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. Kırşehirli olan Gülşehrî bu dönemin kuşkusuz en önemli şairidir. Gülşehrî eserleri ile 14. Yüzyıl boyunca Anadolu’daki klasik Türk edebiyatının gelişmesinde büyük rol oynayacak olan Germiyanlı şairler üzerinde kuvvetli tesiri bulunur. Germiyanlı şairler Türkçeyi aruz veznine uydurarak klasik Türk edebiyatının temelini atmışlardır. Germiyanlı şairlerden Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî ve Ahmedî divan dili ve sanatındaki orijinallik ile, Osmanlı klasik edebiyatının kurucuları arasında sayılmaktadır.

Ziya Paşa 19. yüzyılda, Ahmed Paşa, Necâtî ve Zâtî olmak üzere üç şairi, “Türk şirine temel koyan üç şair” olarak tarif etmiş ve Ahmed Paşa’yı Şeyhî ile Necâtî arasında yetişen şairlerden en büyüğü olarak kabul etmiştir. Fatih Sutan Mehmed ve Sultan II. Beyazıd dönemlerinde kazaskerlik, vezirlik, sancak beyliği ve kadılık gibi yüksek görevlerde bulunmuş olan ve kendi çağında şairlerin sultanı olarak bilinen Ahmed Paşa'nın (ö.1497) ünü Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını aşmış, daha o hayattayken İran, Orta Asya ve Hindistan’a kadar ulaşmıştı. Ahmed Paşa, hem gazel hem de kaside nazım şekillerinde başarılı eserler ortaya koymasına ve birçok tezkirecinin Ahmed Paşa’nın şiirlerinden takdirle bahsetmesine rağmen bazı edebiyat eleştirmenleri onu İran edebiyatının basit bir taklitçisi ve aktarıcısı olarak görmüşlerdir. Türk divan şiirinin gelişme döneminin en önemli isimlerinden biri olan Necâtî, o döneme kadar Türk divan şiirini fazlasıyla etkileyen İran şiirinden uzaklaşarak, halkın diline ve kültürüne önem vererek bunu şiirine yansıtmıştır.

Birçok araştırmacıya göre 16. yüzyıldan itibaren Divan edebiyatı zirveye ulaşmıştır. Çağatay Türkçesi'nin Ali Şîr Nevâî ile Azerbaycan Türkçesinin de Fuzûlî ile ulaştığı klasik olgunluğun Osmanlı şiirindeki en büyük temsilcisi Bâkî oldu. Özellikle Kanunî Sultan Süleyman ile yakın ilişkileri olan Bâkî, daha sonra II. Selim ve III. Murat zamanlarında da hem saraydan hem halktan büyük bir itibar ve ilgi gördü. Vefat etmeden Sultanüş'şuâra yani Şairlerin Sultanı diye anılmaya başladı.

17. yüzyılda Nâbi, oğluna nasihat vermek maksadıyla yazdığı Hayriyye isimli mesnevisi ile Divan edebiyatında didaktik şiir gelişti. Diğer taraftan kasideleri ile kendisinden sonrakiler üzerinde önemli bir tesire sahip olan Nef'i, devlet adamları başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerini hedef alan hicivlerinden dolayı idam edildi. Evliya Çelebi, 10 ciltlik Seyahatnâmesi ile nesirde gezi türü zirveye ulaşırken, Kâtip Çelebi de tarih ve coğrafya başta olmak üzere sayısız konu hakkında yazdığı eserlerle Divan nesrine önemli katkılarda bulundu. 18. yüzyılda Divan şiirinde hem dil hem de içerik bakımından birçok yenilik yapan Nedim, neşe ve yaşam dolu şiirleri ile Lale Devri İstanbul'unu anlattı. Sebk-i Hindi tarzının önemli bir temsilcisi sayılan Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk adlı eseriyle tasavvuf ve sembolizmi bir araya getirdi. Dilde, temalarında halk söyleyişine, halk beğenisine yaklaşma eğilimine karşılık Fehim-i Kadim, Naili, Neşati, Şeyh Galip gibi şairler içiçe tamlamalara, karmaşık imgelere dayanan Sebk-i Hindi akımının temsilcisi oldular.

Tanzimat'tan sonra Türk şiiri, batı etkisi altında değişip gelişirken yeni edebiyatın temsilcileri (Ziya Paşa, Namık Kemal vs.), divan şiiri geleneğine uygun ürünler de verdiler. Eski şiirin son temsilcileri Encümen-i Şuara adı verilen topluluğun Naili, Fehim-i Kadim gibi şairlerin yolunu izleyen üyeleri Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni, Hersekli Arif Hikmet oldu. Aruz vezninin yerini hece veznine daha sonra da serbest vezne bıraktığı 20. yüzyılda divan şiiri kesinlikle sona erdi ancak Yahya Kemal Beyatlı beyit birimine dayanan bu şiire çağdaş şiirin yapılık bütünlüğünü kazandırırken Baki, Neşati, Nedim gibi farklı şairlerin söyleyiş özelliklerinden ve işledikleri konulardan faydalanan ürünler ortaya koydu.

Halk edebiyatı

Toplumsal iz bırakmış bir olaydan veya bir yazınsal ürünün sözlü kültürde bıraktığı derin etkiden kaynaklanarak ortaya çıkan halk edebiyatı ürünleri olan halk hikâyeleri destanlara oranla daha gerçekçidir.  Halk hikâyeleri bu yönüyle modern çağların yazın türleri olan roman ve öykü gibi mensur türlerle, destan arasında bir geçiş sürecini yansıtan ürünlerdir. Halk hikâyelerinde olaylar belirli kahramanların üzerine kurulmuştur. Bu kahramanlar çoğu kez; tanınmış bir edebî ürünün içeriğinde yer alan kahramanların topluma mal olması ve anonimleşmesiyle oluşmuştur. Halk hikâyelerinde manzum kısımlar, hece vezniyle söylenmiş ve dörtlüklerden oluşan biçimleri kapsar. Bu hikâyeler kahramanlık konularını ele alır.

Danişmendname, Battalname ve Saltukname dini-destansı halk hikâyelerinin Anadolu'da ortaya çıkan ilk ürünleri oluşmuştur. XII. ve XIII. yüzyıllarda oluşmaya başlasa da Osmanlılar döneminde yazıya geçirilmişlerdir. Danişmendame'nin ilk olarak Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un emri ile İbn Alâ tarafından kaleme alındığı bilinse de İbn Alâ’nın Türkçe olarak kaleme aldığı bu nüsha günümüze kadar gelmemiştir. Günümüze kadar gelen Dânişmendnâme nüshaları, II. Murad döneminde, destanın Tokat Kalesi dizdarı Ârif Ali tarafından yeniden elden geçirilerek ikinci defa kaleme alınmış biçiminden ibarettir. Danişmendname adı verilen bu Türkçe destanî eser Dânişmend Gazi'nin hayatını, savaşlarını, Anadolu'daki bazı şehirlerin fethini ve çeşitli kerametlerini anlatmaktadır. Danişmendname'de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir. Yine bu dönemde oluşan destanlardan Battalname, İslam dininin Anadolu'da yayılışı ile ilgili ilginç izler taşıyan ve 12. yüzyılda Malatya yöresinde sınır boylarındaki savaşlarda yiğitlikler gösteren bir kahraman olarak betimlenen Battal Gazi'nin efsanevi yaşamı ve kahramanlıkları çevresinde oluşan bir halk öyküsüdür. Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine Ebu'l Hayr Rûmî tarafından kaleme alınan XIII. yüzyıl alp-erenlerinden olan ve Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük rolü bulunan Sarı Saltuk'un efsanevi hayatını anlatan Saltukname ise Türk sözlü geleneğinden toplanarak 1480 yılında tamamlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Saltukname yazıya geçirilmiş ilk Nasrettin Hoca hikâyesini içermesi bakımından da büyük önem taşır.

Türkler'in Anadolu'ya yerleşmelerinden önceki sözlü edebiyatlarıyla halk hikâyeleri arasında bir köprü olan anılan Dede Korkut Hikâyeleri, Oğuzların hayatını anlatan destanî hikâyelerden meydana gelmektedir. Bu hikâyeler, Dede Korkut’un ağzından nazım ve nesir şeklinde anlatılmaktadır. Kitapta anlatılan olayların örgüsü, Müslüman Oğuzlarla, onların kuzey komşuları Hristiyan Gürcüler ve içerideki beyler arasında meydana gelen çeşitli mücadeleleri içerir. Dede Korkut destanlarına konu olan hadiselerin yaşandığı tarihler tartışmalıdır. Ancak kitapta anlatılan olayların mekânı Doğu Anadolu ve Azerbaycan’dır. Destanlardaki adı geçen birçok yer, Trabzon, Bayburt, Tatyan/Dadyan, Ahıska, Diyarbakır, Mardin, Sürmeli, Gürcistan, Berde, Gence, Demirkapı bugün de bilinmektedir. Azerbaycanlı Şamil Cemşid, Kitab-ı Dede Korkut'un III. Murat döneminde Azerbaycan’ı fetheden Özdemiroğlu Osman Paşa’nın hazinesiyle birlikte İstanbul’a götürüldüğünü öne sürmektedir. Eserin XV. yüzyılda kaleme alındığı düşünülen günümüze gelen iki nüshası bulunmaktadır. Bunlardan biri Almanya’nın Dresden şehrinde, diğeri de Vatikan’dadır. Dede Korkut Hikáyeleri'nde düz sözle anlatılmış kısımlar dışında özellikle heyecan verici, duyarlıklı kısımlar manzumdur. Halk edebiyatı geleneğine kuvvetle bağlı olduğu görülen bu kısımların vezinleri ve nazım biçimleri kesinlikle belirlenememiştir. 

Âşık edebiyatı

Türk edebiyatının geleneksel vezniyle, dörtlüklerden oluşan biçimlerle söylenmiş şiirleri kapsar. Halkın konuştuğu dile dayanır. Âşık, saz şairi ya da halk şairi adı verilen gezgin şairlerin saz eşliğinde doğaçlama söyledikleri şiirlerin günümüze ulaşan en eski örnekleri XVI. yüzyıla aittir. Âşıklardan birçoğu hakkında koşmaların son dörtlüğünde anılan mahlaslardan başka bilgi yoktur. Kimi âşıkların yaşamı efsanelerle karışmıştır. Âşığın düşünde pirlerin elinde bade içerek saz çalıp, şiir söylemesi, düşte gördüğü sevgiliyi bulmaya çalışması yaygın bir efsane motifidir. Birçok âşığın şiiri zamanla türkü, ağıt gibi sahibi bilinmeyen halk şiiri örnekleri arasına karışmıştır. Örneğin; Ercişli Emrah ve Aşık Garip'in gerçekte yaşamış olup olmadıkları bilinmemektedir. Toroslar'daki Türkmen aşiretlerinde yetişen Karacaoğlan'ın (XVII. yy.) doğa güzellikleri ve sevgiyi konu edinen özentisiz, içtenlikli şiiri, türünün en sevilen örnekleri oldu.  Kayıkçı Kul Mustafa (ö. 1686) gibi Yeniçeri Ocağı'nda yetişmiş birçok şair imparatorluğun birbirinden uzak yerlerindeki (Bağdat, Girit, Kırım vs.) yaşama tanıklık eder. 17. yüzyılda Kayıkçı Kul Mustafa tarafından yazılan Genç Osman Destanı adındaki duygusal koçaklama, aşık edebiyatının en önemli epik eserlerinden biri sayılır. Otoriteler tarafından koçaklamaların en güzel örnekleri Köroğlu ve Dadaloğlu'na ait koçaklamalar olarak kabul edilir. Deli Boran, Beyoğlu ve Gündeşlioğlu (XIX. yy.) hiçbir yabancı etki altında kalmamış ve değişmemiş halk zevkini devam ettirirken Dadaloğlu'nun (1785 ? - 1868 ?) baskıya ve haksızlığa başkaldıran şiiri, göçebe ve aşiretlerin zorunlu iskanıyla ilgili tarihi olaylara tanıklık etti. Âşık edebiyatının geleneğinde âşık kahvelerinin, kahvelerde düzenlenen atışmaların, muamma, asma, çözme gibi hünerlerin önemli yeri vardır. Bu etkinliklerden dolayı âşıklara meydan şairleri adı verilir. Bazıları medreselerde okumuş olan, kültür merkezi kentlerde yaşayan âşıklara ise kalem şairi denir. Kalem şairleri üzerinde dil, anlatım, konu bakımından divan şiirinin türlü etkileri görülür. Onların şiirleri arasında koşma, varsağı, destan gibi özgün halk edebiyatı türleri yanında aruzla divan, müstezat, gazel gibi ürünler de yer alır. Âşık edebiyatının bu yolda eser veren temsilcilerinden başlıcaları şunlardır; Aşık Ömer, Gevheri, Dertli, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni.

Anonim edebiyatı

Sözlü edebiyatta masal, fıkra, efsane gibi ürünlerin yazanı belli değildir (Anonimdir). Türkiye Türkçesi'yle söylenmiş ve XIX. yüzyıldan başlanarak yazıya geçirilmiş, bu devirdeki kimi ürünlerin İslamiyetten önceki devirle, Türkiye dışındaki Türkler'le ya da Arap-İran Edebiyatı ile ilişkisi vardır. Ancak bunlarda geniş ölçekte de tarihi ve yerel özellikler kendini gösterir (Nasreddin Hoca fıkraları, Bektaşi fıkraları, Bursa, Konya, İstanbul gibi kentlerle ilgili efsaneler, gerçekçi nitelik taşıyan kimi meddah hikâyeleri vs).

Bir gün Padişah, Nasreddin hocaya sormuş;
— Ben öldüğümde cennete mi gideceğim, cehenneme mi?
Hoca, Padişahtan korkmadan;
— Tabii ki, der, cehenneme gideceksiniz.
Öfkeden padişahın sakalı kabarır. Nasreddin hoca;
— Cennete gideceğinizi söylemek isterdim ama cellatlarınız öldürdüğü insanlar yüzünden cennete sığamazsınız. O yüzden mecbur cehenneme gideceksiniz.

 Sözlü gelenekte ezgiyle söylenen türkü, mâni, ağıt gibi türler halkın ortak yaratıcılığına dayanır. Bunlara zamanla sahipleri unutulan ürünler de eklenmiştir. Taklide ve karşılıklı konuşmaya dayanan, iki boyutlu tasvirlerle bir perdede oynatılan gölge oyununun merkezindeki iki karakter olan Karagöz ve Hacivat gölge oyunu, anonim halk edebiyatınun en önemli ürünüdür. Karagöz ve Hacivat, Orhan Gazi devrinde Bursa'da yaşamış cami yapımında çalışan iki işçidir. Kendileri çalışmadıkları gibi diğer işçilerin de çalışmasını engellemektedirler. Orhan Gazi'nin, "cami vaktinde bitmezse kelleni alırım" dediği cami mimarı, caminin vaktinde bitmemesine Karagöz ve Hacivat'ın neden olduğunu söyler. Bunun üzerine bu ikili başları kesilerek idam edilir. Karagöz ve Hacivat'ı çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından kuklalarını yaparak perde arkasından oynatmaya başlar. Karagöz ve Hacivat gölge tiyatrosu 17. yüzyılda son şeklini almıştır. Yazılı bir metne dayanmayan yani doğaçlama (tulûat) sahnelenen ve bazıları halk efsanelerinden esinlenilen Karagöz oyunlarının otuz kadarı günümüze kadar gelmiştir. Genel olarak "Kâr-ı Kadîm" (eski oyunlar) ve "Nev icad" (yeni oyunlar) olarak iki ana gruba ayrılsalar da tamamının bugüne kalan metinleri Tanzimat sonrası döneme aittir.

Tekke ve Tasavvuf edebiyatı

Dinî -Tasavvufî Türk edebiyatına Tekke edebiyatı da denir. Dinî -Tasavvufî Türk edebiyatında asıl olan sanat yapmak değil, dinî-tasavvufi düşünceyi yaymaktır. Tekke şairlerinin çoğu tarikatlarda yetişmiş şeyh ve dervişlerdir. Dili Aşık Edebiyatı'na göre ağır, divan edebiyatına göre sadedir. İlahi, nefes, nutuk, devriye, şathiye, deme gibi nazım şekilleri kullanılmıştır. Tekke şiiri anlam yönüyle olduğu gibi şekil ve tür bakımından da zengindir. Örneğin en yaygın konulardan biri olan içkili eğlenceler konu edinirken meyhaneler tekkeyi, şarap ve mey ilâhî aşkı, meyhaneci tarikat şeyhini, mahbûb ve mâşuk Allah'ı simgeliyordu. Tekke edebiyatı, kitleleri birleştiren bir edebiyat ve kültür köprüsü vazifesini üstleniyordu. Ancak Tekke edebiyatı bu konuları tarikatlara bağlanan halk topluluklarının anlayabileceği dilde konu edinmiştir. Ahmet Fakih'in (ö.1221) kaside biçiminde yazılmış dini öğütleri içeren Çarhname adlı eseri, Anadolu'da Türkçe olarak kaleme alınmış en eski dini tasavvufi eser olması bakımından önemlidir. Ancak Türkistan'da Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koyan 13. yüzyıl şairi Yunus Emre olmuştur. Osmanlı döneminde birçok tarikat Yunus Emre'yi yakından benimsedi, onun şiirlerine kendi törenlerinde yer verdiler. Yunus Emre'nin yolunu izleyen ve ona nazireler yazan pek çok şair yetişti. Yunus Emre şiirleri, Alevi-Bektaşi edebiyatı ile Melami-Hamzavi edebiyatının meydana gelmesine sebep olan halk edebiyatının kaynağı oldu. Farsça mesnevisi ile tanınan Mevlana Celaleddin Rumi'nin (1207-1273) az sayıda Türkçe beyitleri vardır. Ancak oğlu Sultan Veled'in (1266-1312) Farsça İbtidaname, Rebapname mesnevilerinde yer alan Türkçe beyitleri dışında Türkçe şiirleri de vardır. Sultan Veled'in Mevleviliği yaymak için yazdığı Farsça eserlere yer yer ilave ettiği Türkçe beyitlerin sayı ve içerik bakımından zenginliği onun bir Türk şairi olarak sayılmasını sağlamıştır. Mevlana'nın Mesnevisinden ilham alarak yazılan ve adeta Türkçe bir Mesnevi olan Garibnâme (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda şiirleri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, İlhanlılar'ın Anadolu valisi Timurtaş'ın vezirlerindendi. Mecazi aşk ile hakiki aşk arasında kuvvetli bağlar kuran, ortak mazmunların bulunduğu bir şiir çizgisinde gelişimini sürdüren tasavvuf edebiyatı Anadolu’da, Azerbayanlı şair Nesîmî, ve Germiyanlı şair Şeyhî gibi şairler vasıtasıyla divan şiirinin doğuşuna da zemin hazırladı.

Osmanlı döneminde ayrı tarikatlar, inançlar, birbirinden farklı üç edebiyat yolu oluşturdu. Bu tür edebiyatın başlıca temsilcileri;

1. Alevî-Bektaşî edebiyatı; Hacı Bektaş-ı Veli'ye bağlanan Bektaşiler ile onlardan ayrı bir gurup olan Alevilerin edebiyatı, temalarıyla öteki tarikat şairlerin şiirlerinden ayrılır. Bu edebiyat dil ve anlatım bakımından tarikat edebiyatının öteki iki kolundan çok daha sadedir. Alevî-Bektaşî şiirlerinin önemli temalarından biri Ali'ye, ehlibeyte bağlılıktır. Oniki imam övülür, bütün adaletsizlikleri gideren bir kurtarıcı olarak Mehdi beklenir. Kaynağını Yunus Emre şiirlerinden alan Alevî-Bektaşî edebiyatı 14. yüzyılda Hacı Bektaş Veli Dergahına mensup Abdal Musa'nın müridi Kaygusuz Abdal ile kuruldu ve en önemli temsilcisi Pir Sultan Abdal ile 16. yüzyılda en iyi örneklerini verdi. Alevî ve Bektaşîlerinin büyük saygı duydukları Nesîmî ve Hatâî günümüzde Türkiye kadar Azerbaycan’ın da büyük şairleridir. Ancak Nesîmî ve Hatâî, Azerbaycan’dan ziyade Anadolu ve Rumeli’de özellikle Alevî ve Bektaşî çevrelerinde sevilerek okunmuştur. Hataî mahlası ile yazdığı şiirlerle Safevi Devleti'nin kurucusu Şah İsmail Alevî-Bektaşî edebiyatını büyük ölçüde etkilemiştir. Türkiye Alevîlerinin büyük saygı duydukları Cem törenlerinde deyiş, deme ve nefeslerini çalıp söyledikleri Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yemini ve Virani en büyük yedi şair kabul edilmektedir ve Yedi Ulu Ozan olarak adlandırılmaktadır. Yedi Ulu Ozan içinde Fuzûlî’yi kendilerinden saymayıp yerine Teslim Abdal’ı alan Alevî çevreleri de vardır.

2. Melami-Hamzavi edebiyatı; İlk temsilcisi Hacı Bayram Veli kabul edilen Melâmî-Hamzavî zümreye mensup şairlerin başlıca temsilcileri Sarban Ahmed (öl. 1545), Kaygusuz Vizeli Alaeddin (öl. 1563), Emir Osman-ı Haşimi (öL 1595), Muhyi (öl. 1611), İdrisi Muhtefi (öl. 1615), Oğlan Şeyh İbrahim (öl.1655), Sunullah Gaybi (öl. 1611), San Abdullah Efendi (öl. 1660) gibi şairlerdir. Bunlar eserlerinde vahdet-i vücûdu esas almışlar, aşk ve cezbeye büyük önem vermişlerdir. Bâtınî temayüller Alevî-Bektaşî şairlere göre daha az, Ehl-i beyt sevgisi kuvvetlidir. Zikir, esmâ, taç, hırka, sülûk mertebeleri gibi terimler şiirlerinde yer almamaktadır.

3. Halveti edebiyatı; Halvetilikle kadiriliği birleştirerek eşrefiliği kuran Eşrefoğlu Rumi, İbrahim Gülşeni, Üftade, onun halifesi ve celvetliğin kurucusu Hüdayi, bayramiliğin himmetilik kolunu kuran Tarikatname yazarı Himmet, Niyazi-i Mısri şiirlerinde, kendi inançlarını, tarikatlarının ilkelerini, giriş törenlerini, özel zikirleri vb. konu edindiler. Bu dönemdeki en ilginç menâkıp yazarlarından birisi, belki de çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarında yaşayan velilerin hayat hikâyelerini anlatan eserler veren Münirî-i Belgradî'dir (ö. 1617 veya 1620). Belgrad, Budin, Temeşvar ve diğer Balkan şehirlerinde yaşayan ve çok az bilinen Halvetîlerle ilgili anekdotlar içermesinden dolayı nadir bir eserdir.

Batı uygarlığı etkisinde gelişen Türk edebiyatı

Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat'ın ilanından (1839) sonraki siyasi yenileşme devrinden başlayarak edebiyatın dili ve anlatımıyla birlikte halk topluluğuna ulaşma biçimi, amacı, kapsadığı sorunlar da büyük ölçüde değişti. Sözlü edebiyatın yerini kesin olarak yazılı edebiyat aldı. Roman, tiyatro, eleştiri, deneme gibi batı kaynaklı türlerde ürünler verildi. Toplumsal sorunlar gerçekçi metotla ele alınmaya başlandı.


Tanzimat edebiyatı

Batı ülkelerinden özellikle de Fransa'dan etkilenen ve geniş halk kitlesine ulaşmayı amaçlayan, toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmeye başlayan edebiyatın ilk ürünleri Tanzimat'ın ilanından 20 yıl kadar sonra verildi. Tasvir-i Efkar gazetesini çıkaran Şinasi, biçimden çok öze önem veren bilgi ve düşünceyle temellenen, geniş bir halk topluluğuna seslenebilmeyi amaçlayan yeni düzyazının kurucusudur. Şiirleri, şiir çevirileri, makaleleriyle çağdaşlarını derinden etkileyen bu yenilikçi yazar geleneksel halk tiyatrosuyla batı örneğini bileştiren ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi'nin (1859) yazarıdır. Divan şiirini dil ve anlatım bakımından topluma sırt çevirmiş, içerik bakımından doğaya, akla yabancı, toplumsal sorunlara uzak sayan Tanzimat şiirinde Namık Kemal yurt, ulus sevgisi, erkinlik, haksızlığa başkaldırma gibi konuları coşkulu bir dille ve yeni bir anlatımla işledi. Ziya Paşa, divan şiirinin gelenekçil biçimlerinden fazla uzaklaşmadan siyasi yönetimde, insan ilişkilerindeki adaletsizliğe ve haksız davranışlara karşı çıktı, medeniyeti bilimi savundu. Padişahın mutlak egemenliğine karşı meşrutiyet yönetimini savunan, yurtiçinde olduğu kadar gönüllü sürgün olarak yurtdışında da siyasal savaşım veren bu şairler savundukları yeni dil ve edebiyat anlayışını eleştiri türünde verdikleri ürünlerde dile getirdiler. Toplum için sanat ilkesine bağlı sayılabilecek bu şairleri izleyen kuşak sanat için sanat ilkesine yatkın ürünler verdi. Doğa, aşk, ölüm, varlık-yokluk gibi konuları işlerken yeni bir anlatım ve yeni biçimlerden faydalanıldı. Bu devirde kendisi de yeni yenilikçi ürünler kaleme almış olmasına rağmen geleneğe bağlı şiir anlayışını Muallim Naci devam ettirdi. Şemsettin Sami'nin roman türünde ilk örnek olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat 'ını izleyen ürünler (Ahmet Mithat Efendi, Felatun Bey'le Rakım Efendi, 1876; Namık Kemal, İntibah, 1876) bir yandan yaşanan çağa ters düşmüş eski toplumsal kurumları öte yandan Batı'ya körü körüne öykünmeyi eleştiriyordu. Ahmet Mithat Efendi, sözlü halk hikâyeciliğinden eserlerinde bol bol faydalandı. İlk ürünlerinde büyük ölçüde romantizmden beslenmelerine karşın Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem yer yer gerçekçi öğeler kullandılar. Natüralizme yakınlık gösteren Nabizade Nazım, köy gerçeklerini konu edinen ilk eser olan Karabibik 'in (uzun öykü, 1890) yazarı oldu. Tiyatroda Ahmet Vefik Paşa'nın Molière uyarlamaları halk geleneğini batı kaynağı ile birleştirme çabalarının bir halkasıdır. Buna karşılık Abdülhak Hamit'in oyunları batı tiyatrosu örneklerinden büyük ölçüde beslenen, sahne diline ve halkın beğenisine ise oldukça uzak ürünlerdir. Namık Kemal'in sürgüne gönderilmesine yol açan Vatan, Yahut Silistre oyunu yazarın ana temalarından olan yurt ve ulus sevgisini heyecanlı bir anlatımla sahneye aktararak konu ediniyordu.

Edebiyat-ı Cedide

II. Abdülhamit devrinde doğup gelişen Edebiyat-ı Cedide ya da başyazarlığını Tevfik Fikret yaptığı derginin adıyla Servet-i Fünun edebiyatı yazarları, bireysel konuları ancak öğrenim görmüş seçkin kişilerin kavrayabileceği bir anlatımla işlediler. Batılı, özellikle de Fransız yazarların eserlerindeki biçim özelliklerini Türkçeye uyguladılar. Ülkenin içinde buluduğu siyasî durum yazarları yalnız kişisel meseleler üzerinde durmaya yöneltmekte idi. 1877’den itibaren 93 Harbi ve mağlûbiyeti, Meclis-i Mebusan’ın kapatılışı, zamanla sansüre ve jurnallere dayanan bir rejimin oluşması, yazarları da siyaset ve toplum meselelerinde susmaya zorlamıştı. Bu durum edebiyatta içe kapanma şeklinde kendini dışa vururken siyasî ve sosyal problemler yerine estetik değerlerde gelişme ve derinleşme görüldü. Bu edebiyata mensup olanların şiirde olduğu gibi nesirde de uzun vokalli, âhenkli kelimeleri, Farsça terkipleri bol bir dil benimsemeleri Tanzimat’ın başlangıcından beri sadeleşmeye doğru giden yazı dilini yeniden ağırlaştırmakla suçlandılar. Arapça ve Farsça’da bile yer almayan tebeşbüş, mükevkeb, müşemmes, mukmir, nevîn gibi kelimeleri etimoloji kurallarını zorlayarak kullanmışlardır. Şiir ve romanlarındaki kadın ve erkek kahramanların adları da Sezâ, Sühâ, Behlül, Lâmia, Bihter, Peyker, Pervîn gibi müzikal değeri olan, fakat pek kullanılmamış isimlerdir.

Hareketin temsilcilerinden Tevfik Fikret (1867 - 1912), Cenap Şahabettin (1870 - 1934) şiire geniş bir ses zenginliği kazandırdılar. Doğayı, kişisel yaşantıyı, bireysel duyguları ayrıntılarıyla yansıttılar. Tevfik Fikret zamanla toplumsal bozuklukları, siyasi yönetim baskısını, haksızlıkları konu edinmeye koyuldu. Roman alanında Mehmet Rauf  ile birlikte ruhsal durumları çözümlemeye önem veren Halit Ziya Uşaklıgil, farklı toplum kesimlerinden kişilerin, aydınların, sanat-edebiyat çevresinin, halkın yaşamına gerçekçi açıdan tanıklık etti. Aşk-ı Memnu, tefrika edildiği dönemde büyük ilgiyle karşılanmıştır. Halid Ziya Uşaklıgil'in en tanınan romanı olan Aşk-ı memnu Servet-i Fünûn dönemi Türk edebiyatının şaheserlerinden biri olarak değerlendirilir. Batılı anlamda ilk roman örneği olduğu bilim çevrelerince kabul görmüştür.

Milli edebiyat

Türkçülük hareketinin etkisinde gelişen Milli edebiyatın hareket noktası milli kaynaklara yönelme düşüncesiydi. Dilde sadeleşme, şiirde aruzun yerine hece vezni, içerikte halkın sorunları ve yerli yaşam Milli Edebiyat'ın temellerini oluşturdu. Mehmet Emin Yurdakul'un Türkçe Şiirler (1899) eseriyle başlayan yenileşme, aydınların şiirini bir yandan halk edebiyatı ögelerine öte yandan halkın dertlerine yöneltti. II. Meşrutiyet sonrası artan basın ve yayın hareketleri içerisinde Genç Kalemler dergisi Türkiye tarihinde Milli Edebiyat hareketinin doğuşu açısından çok önemli bir yere sahiptir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin etkili üyelerinden Doktor Nâzım Bey ’in iki yeğeni tarafından Haziran 1909'da Manastır ’da Hüsn-ü Şiir adıyla çıkarılan dergi dördüncü sayıdan sonra Selanik’e taşındı ve dokuzuncu sayıdan itibaren Genç Kalemler adını aldı. Derginin kapağında Arap harfleriyle yazılan başlığın altında latin harfleriyle genç kalemler yazılmıştı. Genç Kalemler dergisi dilde milliyetçiliğin organı olarak tanınmaktadır. Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Ömer Seyfettin, derginin beyni Ali Canip ile birlikte dilde sadeleştirme için bir kampanyaya girişmişti. Genç Kalemler’in II. cildiyle başlatılan Yeni Lisan Hareketi, Türkçe’nin sadeleştirilmesine yönelik sistemli ilk harekettir. Dergide Yeni Lisan adıyla ilk makaleyi imza yerine bir soru işaretiyle yazan Ömer Seyfeddin Ali Canip’e 28 Ocak 1911’de gönderdiği bir mektupta, "Geliniz Canip Bey edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim" diye çağrıda bulunur. Ali Canip’e Arapça ve Farsça terkipleri dilden atmak için ortak bir kampanya önerisi sunar. Kazım Nami’ye göre ise 30 milyon Osmanlı’nın kısa sürede bu dili öğrenmesi gerektiği için sadeleşmeye ihtiyacı vardı. Hemen hemen aynı zamanlarda derginin bir başka önemli ismi ortaya çıktı. Ziya Gökalp , İttihat ve Terakki merkez-i umumi üyesi seçildikten sonra Turan şiirini Genç Kalemler’e yollamıştı. Ali Canip bu şiiri derginin 6. Sayısında yayınlamıştır. Ali Canip, Ziya Gökalp’e Ömer Seyfettin’in mektubunu göstermiş ve kendi güçleriyle Genç Kalemi büyütmeyi teklif etmiştir. Genç Kalemler Ziya Gökalp’in aracılığıyla bir heyet oluşturdular. Heyetin başında da Enver Paşa bulunuyordu. Bu heyet önemli saydığı pek çok batı eserini sade bir Osmanlıca ile tercüme etti. İttihat ve Terakkinin politik nüfusunu kullanarak Selanik’te 4 okuma kitabı ve 2 imla kitabı yayınladılar. Ömer Seyfettin’in tanınmış hikâyelerinden birçoğu ilk defa Genç Kalemler’de yayımlandığı gibi Ziya Gökalp’ın Türkçülük, hatta Turancılık ideolojisini ifade ettiği bazı şiirleri de ilk defa burada çıkmıştır. Türkçülük hareketinin ilkelerini saptayan Ziya Gökalp kaynak olarak eski Türk destan geleneğinin, folklorun taşıdığı değeri gösterdi. Öykülerinde toplum ve siyaset sorunlarına tarihi geçmişe dayanarak çözümler arayan Ömer Seyfettin'in gerçekçi ve destansı anlatımına zaman zaman da yergicilik ekleniyordu. Ziya Gökalp’ın ilk defa 1911'de Genç Kalemlerde yayımlanan Altın Destan adlı şiiri, Türk tarihinin geçmişine yazılmış bir mersiye özelliği taşımaktadır. Bakışları Orta Asya Türklüğü’ne çeviren Altın Destanda kullanılan "Turan, ogan, ulus, budun, kurultay" gibi bazı kelimeler meselenin siyasî-Türkçü boyutlarını ortaya koymaktadır. Genç Kalemler’in Türkçülük ideolojisiyle beraber savunduğu bir diğer ideoloji de Batıcılıktı. Dergide, Batı dillerinden tercüme edilen birçok yazı yayımlanmıştı. İlk Yeni Lisan makalesinde, millî edebiyatı oluşturmanın önündeki en büyük engelin İslâmiyet’in getirdiği tesettür keyfiyeti olduğu da ima edilir. Bu fikir, Ömer Seyfeddin’in yine ilk defa Genç Kalemlerde yayımlanan Aşk Dalgası adlı hikâyesinin de asıl temasını teşkil etmektedir. Genç Kalemler, 1912 yılını Eylül ayında Balkan Savaşları'nın başlaması ile kapanmıştır. Derginin yazı kadrosunu oluşturan yazarların çoğu Selanik'in kaybedilmesi neticesinde bundan sonraki yazı faaliyetlerini İstanbul’da yayımlanmakta olan Türk Yurdu gibi dergilerde sürdürmüşlerdir.

Genç Kalemler'in başlattığı dil ve edebiyat hareketi, dönemin özellikle İstanbul aydınları tarafından tepkiyle karşılanmış ve aydınlar arasında sert tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Yeni lisana en sert tepkiler, o sıralarda Fecr-i Âtî topluluğuna mensup olan Köprülüzade Mehmet Fuat ile Yakup Kadri’den gelmiştir. Zamanla yeni lisan çizgisine gelen bu iki yazar başlangıçta bu hareketi asla ciddiye almamış, hatta yazdıkları yazılarla alay etmişlerdir. Bir yıl süren tartışmaların sonunda Hamdullah Suphi, Celâl Sahir, Yakup Kadri, Köprülüzade Mehmet Fuat, Refik Halit, Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirmişlerdir. Refik Halit Karay'ın gerçekçi eseri Memleket Hikâyeleri (1919) ilk kez Anadolu küçük kent ve kasabaların yaşamlarını konu edindi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yazarlar kuşağının öncüleri Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri gibi romancılar Cumhuriyet devrinin eşiğinde yayınladıkları eserleriyle  Osmanlı'nın yıkılış Türkiye'nin kuruluş devrine tanıklık ettiler; Anadolu gerçeğini yansıttılar. Mehmet Âkif Ersoy, büyük oylumlu, hikâyelik şiirini derleyen Safahat dizisinde aruz veznini halkın konuşma diline başarılı bir şekilde uyguladı. Yahya Kemal Beyatlı'nın vatan sevgisi ve tarih duygusuyla beslenen şiiri  bir yandan lirik öte yandan destansı öğeler taşıyordu. Hece vezninin temsilcilerinden Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirini yer yer Anadolu gerçekleri besledi. Milli Edebiyat akımı Cumhuriyet devrinde toplum sorunlarına öncelik veren, gerçekçi yöntemi uygulayan edebiyata temel oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devri Türk Edebiyatı

Roman ve öykü

Cumhuriyet devri edebiyatı Türkiye'nin gerçeklerine gittikçe genişleyen ölçüde eğildi. Yurdun bütün bölgelerinde kentlerdeki, köylerdeki yaşamı ve insan ilişkilerini, yurtdışına göçen işçileri ele aldı. Her sınıftan, her yaşam biçiminden gelen kahramanları canlandırdı. Onları kuşatan toplumsal bozuklukların giderilmesi için öneriler getirildi. Dil devrimi, edebiyatı yakından etkiledi. Türetilen ya da canlandırılan sözler yanında bölge ağızlarından sözler ve anlatım biçimleri de edebiyata girdi. Halk söyleyişleri, anlatımı kadar dünya edebiyatlarından türlü eğilimlerden, deneylerden izlenimler görüldü. Cumhuriyet'in kuruluşunu ele alan eserler oluşturuldu. Yakup Kadri yakın tarihte oluşan, kendi tanık olduğu olaylara dayanarak toplumdaki değişmeleri, siyasal yaşamdaki çalkantıları, çatışmaları ele alan romanlar yazdı. En etkili romanı ise köylü ve aydın çelişkisini anlatan Yaban (1932) oldu. Cumhuriyet'in ilk on yılında Kurtuluş Savaşı'na katılan halk ve aydınlar, yeni devre ayak uydurmaya çalışan çıkarcılar ve işbirlikçiler , batı uygarlığı karşısında geleneksel ahlâkın ve yerleşik değerlerin tartışılması ,toplumdaki değişmelerin, batılılaşmayı yanlış anlamanın yıkıcı etkileri  gibi toplumsal konulara bireysel sorunlar, ruhçözüm deneyleri eklendi. Şevket Esendal'ın Ayaşlı ve Kiracıları (1934) romanı başkent Ankara'nın, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki yaşamını canlandırıyordu. Deniz tutkunu olan Sait Faik, kendi yaşadığı Burgaz Adası'nın Rum balıkçılarını, kentin küçük insanlarını geniş bir insan sevgisiyle canlandırdı. Öte yandan üretim biçimine, üretim biçiminde değişmenin yaşamı nasıl etkilediğine dikkati çeken ilk eser Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca (1931) adlı köy romanıdır. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf romanıyla 20 yıl kadar sonra gelişecek köy romancılığına öncülük etti. Köylüleri, düşkün kadınları, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkileri ele alan öyküler kaleme aldı.

İnce Memed romanında 1930 yıllarında Toroslar'da yaşayan, suça itilmiş bir eşkıyanın yaşamını konu edinen Yaşar Kemal bu yöreyi ve Çukurova'yı tarihi kökleri, doğası, güncel sorunlarıyla yansıtırken anlatımdaki coşku, betimlemelerindeki renklilikle dikkat çekti. Orhan Kemal, İstanbul'un yoksul kesimlerinde yaşayanları, köyden kente nüfus göçünü, ezilen çocukların, genç kızların macerasını konu edindi. Kemal Tahir'in köyü konu edinen romanları ve köydeki gelişmelerin geniş bir panoramasını verdi. Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Fakir Baykurt gibi yazarlar roman ve öyküleriyle köy ve kasaba yaşamına tanıklık ettiler. Aynı çevreyi konu edinen Bekir Yıldız, yurtdışında çalışan göçmen işçilerin yaşamını konu edinen yazarlardan oldu. Gerçeklere ironi ile bakan öykücüler bulunduğu gibi (örn; Haldun Taner) toplumsal bozuklukları gülmece öyküleri ve romanlarıyla çok geniş bir okur toplulukları önünde tartışan yazarlar (Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz) görüldü. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet devrini, toplumcu ve gerçekçi yazarlara karşıt biçimde yorumlayan yazarlar ( Tarık Buğra) da oldu.

Ruhsal çözümlemelere yönelen, bilinçaltını sergileyen yazarlar (Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay, Tezer Özlü vs.) soyutlamalardan, kara mizahtan faydalandılar; geriye dönüşümlerle, çağrışımlarla beslenen, dilin olanaklarını araştıran denemelere giriştiler. Kadın romancılar ve öykücüler çevreyi, olayları, kişileri konu edinirken, ayrıntılara daha çok indiler. Bu yazarlar (Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan, Sevgi Soysal, Tomris Uyar) bireyin toplumla ilişkisi, toplumsal yapıda ve kültürdeki değişimler, cinsellik gibi konulara yönelirken yerleşik yargılara karşı çıktılar. Hızlı kentleşme, sanayileşme olguları köy edebiyatının ortadan silinmesine yol açarken, kentteki kaynaşmalar, kenar mahalle insanlarının, yoksulların, işçilerin yaşamından çok aydınların, sanatçıların, siyasi eylemlere katılanların toplumsal ve ruhsal dünyalarını, onların tanıklığıyla bireyi ve toplumu konu edinen bir edebiyat gelişti: Erhan Bener, Demir Özlü, Selim İleri, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Nedim Gürsel vs. gibi yazarların roman ve öyküleri.

Şiir

Şiirde, Milli Edebiyat akımından hece veznini devralan kuşak (Kemalettin Kamu, Ömer Bedrettin Uşaklı vs) küçük duyarlılıkları, doğa ve yurt güzelliklerini konu edindi. Biçim yetkinliğine, arı şiire yönelen çalışmalar folklordan (Ahmet Kutsi Tecer) tarihin yanı sıra psikolojiden (Ahmet Hamdi Tanpınar) beslendi. Simgelere (Ahmet Muhip Dıranas) ya da günlük yaşamdan sahnelere, yaygın izlenimlere, duyarlığa (Cahit Sıtkı Tarancı) yaslandı. Hece veznini kullanmada ulaşılan ustalığa yeni kalıplar, duraksız uygulamalar (A. M. Dıranas, C. S. Tarancı) eklendi. İnsanın iç dünyasına yönelik araştırmalar, gizemci düşünceler dile getirildi (Necip Fazıl Kısakürek). Nâzım Hikmet Ran'ın vezni, geleneksel kalıpları kıran şiiri, biçimlik özellikleri kadar Marxçı görüşe bağlı içeriğiyle de yenilik oluşturdu. Bu yenilikçi şiir zamanla halk şiirinden, divan şiirinden hatta çağdaşı Garip şiirinden etkiler aldı, öykünün olanaklarından faydalanıldı, yerel ve evrensel değerlerle beslendi. Garip hareketinin temsilcileri (Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet, Oktay Rıfat) şiirde süregelen aşırı duyarlığa, şairaneliğe karşı çıktılar, vezinsiz şiiri yaygınlaştırdılar. Garipçiler karşısında Nâzım Hikmet'in şiir anlayışından etkilenen toplumcu şiir anlayışı ortaya çıktı. Bu şiir geleneğinin temsilcileri Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin 'dir. Toplumsal konuları, imgeye ve duyarlığa daha geniş yer vererek işleyen eğilimin temsilcisi Attilâ İlhan oldu. Doğayı, aşkı, yaşamı, sevgiyi, barışı, özgürlüğü vs. konuları işleyen açık aydınlık şiirin (Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Necati Cumalı) karşısında insanın evrendeki yerini konu edinirken soyutlamalardan, bilinçaltı araştırmalardan faydalanan çalışmalar yer aldı. Asaf Halet Çelebi'nin şiirine eski uygarlıkların, tasavvufun, folklorun katkısı görüldü. Dönemin en üretken şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca, insanın Tanrı, evren, tarih, zaman karşısındaki yerini yer yer karanlık imgelerle okura sezdirmeye çalıştı. Garip şiirinin açık anlatımına karşın fikirleri dolaşık bir ifadeyle ve sembollerle gizleyerek anlatan İkinci Yeni adı verilen şiirin temsilcileri; Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan, çağdaş dünyanın karmaşası içinde bunalan insanın tedirginliğini, yer yer kapanık bir şiir diliyle anlattılar. Sezai Karakoç ise mistisizm yönüyle II. Yeniler içerisinde farklı bir çizgiye sahip oldu. Toplumsal eylemlere (Kemal Özer, Ataol Behramoğlu) kentin yaşamında çizgi dışı kalmış kitlelerin temsilcilerine (Refik Durbaş), kültürel kaynaklara ve tarihe (Hilmi Yavuz) yönelen ürünler kendini gösterdi. İroni (Salah Birsel), toplumsal (Metin Eloğlu), siyasal (Can Yücel), yergi, duyarlığa karşı şiir kaynaklarından birini oluşturdu.

Tiyatro

İlk oyun yazarlarının konuları arasında inkılâpları tanıtmak, Cumhuriyet devrinin getirdikleriyle Osmanlı'nın yozlaşmış yanlarını karşılaştırmak ve Atatürk'ün tarih tezini işlemek bulunmaktadır. 1960'lı yıllar tiyatronun altın çağı olarak kabul edilir. 1970-1995 yılları arasında tiyatro yazarlığı müstakil bir meslek hâline gelen Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul'un yanında 1955'ten sonra tiyatroya ağırlık veren Necati Cumalı. da yer almıştır. Musahipzâde Celal, Turgut Özakman ve Aziz Nesin gibi yazarlar geleneksel tiyatronun güldürmeye yönelik yer yer kabalaşan, açık saçık ifadeleri ve gevşek dokusuyla yabancılaşma tekniğini özellikle sosyal ve siyasi eleştiri alanında kullanmışlardır. Geleneksel Türk Tiyatrosu'ndan, ele aldıkları konuyu zenginleştirmek amacıyla yararlananlarsa; Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner, Sabahattin Kudret Aksal ve Turan Oflazoğlu'dur. Bu dönemde sahnelenme amacıyla eskimiş eserleri yeniden işleme hareketleri de görülmüştür. Köy sorunlarını dile getiren tiyatro yazarları arasında; Cahit Atay, Murathan Mungan ve Hidayet Sayın da vardır. Selahattin Batu, konusunu Yunan Mitolojisi'nden alır. İnsanın yalnızlığını ve gücünü sorgulayan felsefi oyunlar yazanların başında Ahmet Muhip Dıranas, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday ve Güngör Dilmen gelmektedir.

Araştırma, Derleme

Türk edebiyatını uzun tarihi ve geniş coğrafyası içinde bir bütün olarak ele alan, devirlerini belirleyen, eski eserleri gün ışığına çıkaran yazar Fuad Köprülü'dür. F. Köprülü, siyasi ve toplumsal kurumlardaki değişmelerin edebiyattaki etkilerini gösterdi. Onun çizdiği çevreye bağlı kalarak geçmişteki Türk edebiyatını inceleyen araştırmacılar yetişti; İbrahim Necmi Dilmen, İsmail Habip Sevük, Agâh Sırrı Levent, Mustafa Nihat Özön, Nihat Sami Banarlı, Kenan Akyüz, Abdülbaki Gölpınarlı, Fahir İz bu alanda çalışmalar gerçekleştirenlerden kimileridir. Değerlendirmelerinde düşünce hareketlerini, yazarların psikolojisini, anlatım özelliklerini göz önünde tutanlar (Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan) olmuştur.

Türk edebiyatında roman

Roman, Türk edebiyatına Fransızca’dan yapılan çevirilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirici Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les Miserables) çevirdi. 1860 - 1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere birçok Batılı yazarın eseri Türkçeye çevrildi. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Sami’den sonra Ahmed Mithat romanlarıyla Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Türk romanı asıl Tanzimat devrinde gelişti.

Bu ilk dönem yazarları daha çok Fransız Romantizm akımını örnek almışlardır. Taner Timur'a göre bunun öncelikli nedenlerinden biri bu devirde Fransız romanında etkili olan Doğalcılık akımı ve bu akım doğrultusunda yazılan romanların toplumun en yoz ve kötü halini yansıtma eğiliminde olmalarıdır. Osmanlılar bu romanlarda anlatılan hikâyeleri bu nedenle beğenmemiş ve kendilerine uygun görmemişlerdir. Émile Zola gibi yazarların kötümser determinizmi yerine, devrin değişen Osmanlı toplumuna daha çok hitap eden konuları tercih etmişlerdir. Bu durum, Taner Timur'un Ahmet Mithat Efendi'den yaptığı alıntıda şöyle geçmektedir:

Bu zamanın tabii romancılarına bakılacak olursa dünyada ve bahusus dünyanın Fransa denilen kısmında ve hele Fransa'nın Paris denilen yerinde fezaili beşeriyeden (insani erdemlerden) hiçbir eser kalmamış olmak lazım gelir.

Bu nedenle devrin romanlarında daha çok romantik aşklar ve yanlış batılılaşma ana konu olarak ön plana çıkmaktadır. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Servet-i Fünun edebiyatı devrinde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. "Sanat sanat içindir" tezini savunan bu yazarlar aşk ve acıma gibi konuları işledi. Halit Ziya Uşaklıgil bu devrin en önemli romancısı sayılır. Aşk-ı Memnu (1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı Türk romanlarından biridir. 1910’dan sonra millî duyguların ağır basmasıyla birlikte "Genç Kalemler" dergisi çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu devirde başladı. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanları bu devrin örneklerindendir. Cumhuriyet devrinde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Peyami Safa ve Tarık Buğra gibi romancılar bu sahada birçok eserler verdiler. Toplumsal ve sosyal gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu devirle ilgilidir.

Türk edebiyatında öykü

Türk edebiyatında, bir olay anlatan sözlü ya da yazılı anlatılara hep hikâye adı verilmiş, manzum olanlara destan da denmiştir. Divan edebiyatında mesnevi türü (Leyla ile Mecnun, Husrev ve Şirin, Yusuf ve Züleyha vb.) bunun en ünlü örneğidir. Halk edebiyatında hikâyeci-âşıklar tarafından kahvelerde, köy odalarında, düğün vb. toplantılarında söylenen hikâyeler,halk hikâyesi diye anılır. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği sanılan ve destansı bir nitelik gösteren Kitab-ı Dede Korkut 'taki hikâyeler bunun ilk örnekleri sayılabilir. Anadolu'da XVI. yüzyıldan bu yana, sözlü halk geleneğinde sürüp gelen halk hikâyelerinde olaylar nesir ile anlatılır, duygusal, coşkulu, haller nazımla ve saz eşliğinde söylenir. Halk hikâyeleri, konuları bakımından, aşk hikâyeleri ve kahramanlık hikâyeleri olmak üzere ikiye ayrılır.

Türk edebiyatında çağdaş hikâye Batı'dakinin tersi olarak, halk hikâye ve masallarının gelişmesiyle oluşmamış; XIX. yüzyılın ikinci yarısında doğrudan doğruya batı edebiyatının hikâye yolundaki verimleri örnek tutularak yazılmaya başlanmıştır. Batı uygarlığı çevresindeki Türk edebiyatında,hikâye karşılığı olarak küçük hikâye terimi kullanılmıştır. Edebiyatımızda Batı'daki anlamıyla ilk hikâye Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılmıştır. Hikâyelerinin kimi çeviri kimi yerlidir. Bu yolda ikinci yazar Emin Nihat'tır; Müsameretname adlı kitabında yedi hikâye toplanmıştır. Aynı devirde kurgu ve anlatım bakımından başarılı sayılabilecek ilk örnek Samipaşazade Sezai'nin Küçük Şeyler adlı hikâyesidir. Bu devrin başka bir yazarı ise Nabizâde Nâzım'dır.

Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide devrinde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazardır. Bu devrin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi.

Meşrutiyet'in ilanından sonra gelişen yeni edebiyat akımıyla birlikte öyküde toplumsal ve siyasi sorunlar işlenmeye başladı. Türkçede yabancı sözlerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin egemen olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu devirde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeni bir çığır açtı. Onu Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay izledi. F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Şevket Esendal Cumhuriyet devri öykücülüğünü hazırlan isimlerdir. Cumhuriyet devri 1930'lar sonrasını kapsar. Bu devire alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar Tarık Buğra öykü yazarları olarak ön plana çıktı.

Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir. Çağdaş öykü yazarları arasında Muzaffer Buyrukçu ve Osman Çeviksoy üslupçuluklarıyla ön plana çıkarken, İslam Gemici, Necati Tosuner gibi isimler de çalışmalarına aralıksız olarak devam etmektedirler.

Türk edebiyatında şiir

Türk şiirinin halk ağzından derlenmiş en eski ürünlerinden kimileri Divân-ı Lügati't-Türk 'tedir. Çuçu adlı bir Türk şairinin adının da anıldığı bu kaynaktaki şiirler aşk, doğa, kahramanlık, ahlâki öğütler gibi dünya şiirinin en eski ve yaygın konularını kapsar. Burada verilen örnekler hece vezniyle söylenmiş, uyaklı dörtlüklerden oluşur. VIII.-XIII. yüzyıllardan kalma manici ve budhacı Uygurlar'a ait şiirler koşuğ,küğ gibi adlar taşır. Kimilerinin adları (Aprınçur Tigin, Sıngku, Seli Tutung)da bilinen bu devir şairlerinin ürünlerinde hece vezni ve uyak gibi öğelerin yanında dize başındaki uyaklardan, dize yenilemelerinden, aliterasyondan da geniş biçimde faydalanılmıştır. Şölen, sığır, yuğ gibi dini törenlerde kopuz eşiliğinde söylenen eski Türk şiiri İslam dininin benimsenmesinden sonra Türk halk şairlerin ürünlerinin prototipidir. İslam, İran şiiri aracılığıyla alınan biçimler yanında yerli biçimler de (tuyuğ, şarkı) görülür. Şiirin kapalı olmaması, kolay anlaşılması daima istenmiştir.

« Şiirde sözün ruşen ola, açık ola ve sakın ki gamız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin. »
(Kabusname'den)

Büyük ölçüde anlatı ustalığına dayanan eski şiirin bilgi kaynağından da beslenmesi ileri sürülmüştür. Bu yoldaki görüşler karşın divan şiiri ve XVIII. yüzyıldan itibaren ondan derin biçimde etkilenen halk şiiri, gerçek yaşamdan ve toplumdan alabildiğine uzaklaştı.

« İlimsiz şiir esası (temel) yok duvar gibi olur ve esassız duvar gayette biitibar olur. »
(Fuzûlî)

Milli edebiyat akımı ve konuşma diline, günlük yaşama, sokaktaki adamın macerasına yönelen Garip şiiri ve daha sonraki hareketlerde şiirde vezin, uyak, söz ve anlatım sanatı gibi doğallığa aykırı anlatım öğelerini adım adım geride bıraktı.

Türk edebiyatında masal

Masal kelimesinin eski Türk dili anlatımlarında ve eski metinlerde "masal" , "mesele", "misal", "hikâye", "destan", "kıssa" karşılığında kullanıldığı görülmektedir. Zamanla bu kelimeye menşe olacak "mesel" kelimesi ise 19. yüzyılın başlarından itibaren yazılı ve sözlü kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu kelime "örnek verme" ve "benzer" anlamlarında kullanılmaktadır. Bazı Türk yerleşim bölgelerinde "atasözü" karşılığında da kullanılan kelime Azeri sahasında "nağıl", Anadolu'nun kimi bölgelerinde "metel" şeklinde söylenilmektedir. Edebiyatımızda masalı gerçek anlamda ilk defa Namık Kemal'in "Mukaddeme-i Celal" 'inde kullanıldığı görülmektedir. Yazar, masalı tamamen hayali olaylardan meydana gelen bir anlatım türü olarak görmektedir. Namık Kemal ayrıca masalların ahlâki, eğitici ve terbiye edici özellikleri olduğunu belirtmektedir.

Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" (1923) adlı eserinde masalı; halk edebiyatı ürünleri içerisinde göstererek, masalların halk hayatındaki önemine yer vermiştir.

Türk masalları üzerinde araştırma yapan Pertev Naili Boratav "100 Soruda Türk Halk Edebiyatı" adlı eserinde masalı nesirle söylenmiş, dinlik ve sihirlik inanışlarından ve törelerden bağımsız, tamamiyle hayal ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı şeklinde tanımlamaktadır.

Recaizade Mahmut Ekrem, "Çok Bilen Çok Yanılır" adlı eserini bit masalı genişleterek yazdığını söyler.

Türk masallarının kahramanları genel olarak insanlar, hayvanlar ve doğaüstü varlıklardır. Cadı karıları, devler, vezir vs. kötü kahramanlar iken padişah, kral, hükümdar, hızır, derviş vs. iyi kahramanlardır. Tilki, aslan, Anka kuşu, papağan gibi hayvan kahramanların olduğu masalların yanı sıra derviş, hızır, peri, cin gibi doğaüstü varlıkların yer aldığı masallar da bulunmaktadır.

Türk masallarında en önemli tiplerden biri Keloğlan'dır. Keloğlan tipi Türk zeka gücünün en iyi temsilcisidir.

Türk masal kaynakları

Türk masal kaynakları yazılı kaynaklar (kitaplar) ve sözlü yaşayan kaynaklardır. Türk yazılı masal kaynaklarının doğuş ve çıkış yerleri şöyle sınıflandırılmaktadır:

Uygur Kaynağından Gelenler : Altun Yaruk, Üç Prensle Bir Parsın Hikayesi, Prens Kayanamkara ve Papamkara Hikayesi, Kuanş im Pusar  (Ses İşiten İlah).
Hint Kaynağından Gelenler: Kelile ve Dimne, Tutiname ve Bahar-ı Daniş.
Arap ve Fars Kaynağından Gelenler: Simbadname, Mantıku't Tayr, Binbir Gece Masalları, Binbir Gündüz Masalları.
Batı Kaynağından Gelenler: La Fontaine Masalları, Ezop Masalları ve Grim Kardeşler.
Türk Kaynağından Gelenler : Dastan-ı Ahmet Harami, Mecmua'ül Metaif, İbn-i Sina Hikâyeleri, Billur Köşk Masalları.

Türk edebiyatında mizah

Türk edebiyatında gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır. Tanzimat devrinde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini izledi. II. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlendi.

Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu devir yazarları geçmişi eleştiren, yeni devri savunan bir tutum benimsedi. Çok partili devirle birlikte mizah kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu devrin önemli isimleridir. 1940'larda Nesin ve Ilgaz'ın Markopaşa dergisindeki çalışmaları halk tarafından benimsenmiş ve derginin tirajını yükseltmiştir.

1990'larda özellikle Leman, Hıbır gibi karikatür dergilerinde güncel ve hiciv ağırlıklı mizah içeren köşe yazıları ön plana çıktı. Bu yazarlardan bazıları daha sonra yazılarını toplama eserlerde yayınlama imkânı buldular. Bunlara örnek olarak Atilla Atalay ve Metin Üstündağ verilebilir. Zaten Türkiye'de oldukça kuvvetli bir karikatür mizah geleneği bulunmaktadır. Akbaba ve Markopaşa'dan Gırgır, Hıbır ve Leman'a; bunlardan 2000'li yılların L-Manyak Penguen Uykusuz dergilerine, özellikle taşlama içerikli, mizahi karikatür ve köşe yazıları yaygın bir türdür. Bunlara ek olarak günümüzde Ferhan Şensoy gerek oyunları, gerekse düz yazıları ile kendine has mizah anlayışını göstermektedir.


Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)