Mine Şenocaklı yazdı: "AB raporu şizofrenik çünkü Türkiye şizofrenik!"

Bahçeşehir Üniversitesi AB Bölüm Başkanı Dr. Cengiz Aktar, psikolojik bir tespitle girdi söze; “2011 AB İlerleme Raporu şizofrenik bir rapor! Çünkü Türkiye şizofrenik bir ülke... Bir dolu doğru iş yapmışız, ama bir dolu da eksik iş yapmışız. Üstelik yapılan bazı doğru işleri de yanlışa çevirmeyi becermişiz. Mesela Terörle Mücadele Kanunu gibi... Bu kanun bugün önüne geleni tutukluyor. Oysa 2005’te böyle değildi. Özgürlüklerde bir geriye gidiş var!” Yine de umutsuz değil. Her iki taraf da eteğindeki taşları dökerse, 2023’te tam üyelik mümkün. Zaten ne Türkiye’nin ne de AB’nin birbirini yok sayma lüksü var!

1999’dan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Türkler için bir ütopyaydı AB’ye tam üyelik... Ne kadar eksiğimiz varsa AB üyesi olunca değişecekti. Tam Avrupalı olunca, hem ekonomik hem de siyasi açıdan çağ atlayacaktık. Aradan 12 yıl geçti, şimdi tüm dünya Avrupa’ya ‘hasta adam’, Türkiye’ye ise ‘küresel ekonominin yükselen yıldızı’ olarak bakıyor. Bizim, en azından hükümetin kendine güveni tam! Hani neredeyse ‘Avrupa bize muhtaç, Avrupa’yı kurtarsa kurtarsa Türkiye kurtarır’ noktasına geldik. Başbakan Erdoğan, AB 2011 İlerleme Raporu’yla ilgili olarak şöyle bir açıklama yaptı; “AB dökülüyor... Kendileri çalar, kendileri oynarlar!” Başbakan böyle söylüyor da peki halk ne düşünüyor? Baştan beri aslında aynı şeyi... “AB bir Hıristiyan kulübü. Ne yaparsak yapalım, zaten bizi içlerine almazlar...”

İşte gelinen nokta bu... Süreci, başından sonuna yakından takip eden ve AB-Türkiye ilişkileri konusunda sadece Türkiye’de değil, dünyada da görüşlerine başvurulan isim Dr. Cengiz Aktar... O karmaşık müktesebat da ona soruluyor, her türlü açıklamanın ardından yorum da ondan alınıyor. Ben de öyle yaptım, son ilerleme raporunu birlikte yorumlayalım istedim. Artık pek çok kimsenin umurunda olmasa bile!..

Yorumlarına pek de umutlu başlamadı Aktar... Psikolojik bir tespitle girdi söze; “AB İlerleme Raporu şizofrenik bir rapor, çünkü Türkiye şizofrenik bir ülke!” Açalım biraz Aktar’ın sözleriyle: “Çünkü bir dolu doğru iş yapmışız, onların altı çiziliyor zaten... Ama bir dolu da eksik iş yapmışız. Üstelik yapılan bazı doğru işleri de yanlışa çevirmeyi becermişiz. Mesela Terörle Mücadele Kanunu gibi... Bu kanun bugün önüne geleni tutukluyor. Oysa 2005’te böyle değildi. Özgürlüklerde bir geriye gidiş var.”

Peki niye? Yine önemli bir saptamasıyla girelim söze; “Çoğu Türk insanı için AB eskisi kadar çekici değil, ama bu bir yanılgı... Elbette bunda Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ‘Siz ne yaparsanız yapın, AB’ye Türkiye’yi almayacağız’ sözünün de etkisi var ama Türkiye’nin AB’nin ülkelerine değil, ilkelerine ihtiyacı var. 2002’den 2005’e kadar en az Cumhuriyet devrimleri ayarında değişti ve dönüştü Türkiye. Bu dönüşümde AB normlarının ve rüzgârının payı büyük...”

AB de “Evet ama yetmez” diyor!

İşte bu dönüşüm sayesinde Türkiye muazzam bir özgüven kazandı ve güçlenip, palazlandı Aktar’a göre... Ama bu özgüven bugün aşırı bir özgüven haline geldi. “Biz artık ‘Her şeye kâdiriz, ona da çakarız, buna da ayar veririz’ diyoruz ve yanılıyoruz. Bu gidişat endişe verici. Örnek mi? İşte Kürt meselesi... Dönüp dolaşıp askerî çareye geri geldik. Avrupa Birliği normları olmadan buyrun çözün Kürt meselesini!” diyor Aktar. Ekliyor ardından; “AB olmadan da çözülür, ama daha sancılı ve uzun olur.”

Bir umudu var yine de... AK Parti’nin pragmatik yanına güveniyor, daha doğrusu güvenmek istiyor; “Aslında AB’nin de Türkiye’nin de eteğindeki taşları dökmesinin zamanı geldi. Artık Türkiye’ye 2020’den sonrası, mesela 2023 için tam üyelik tarihi verilmesi lazım. Bu hem Türkiye hem de AB’nin geleceği için olumlu bir süreci başlatır” diyor ve yine umutlu bitiriyor sözünü; “Zaten bu ilerleme raporuyla AB, Türkiye’nin adaylığı için ‘ Evet ama yetmez’ diyor!”

Sizce AB kapısı kapandı mı?

Vallahi, AB’yi artık senede bir gün konuşuyoruz. Şarkıda olduğu gibi... Aslında yeni de değil bu. AB rüzgârı 2005’ten itibaren kesildi. Türkiye’nin altın dönemi, koalisyon hükümeti de dahil 2002-2005 arasıdır. O dört yıl, tarihe geçecek yıllardır. O dönemdeki o özgüven, o özgürlük havasının yerine artık başka şeyler oluyor.

Peki hata hangi tarafta? Bizde mi yoksa AB’de mi?

O rüzgâr Avrupalılar yüzünden kesildi. “Bu Türkler böyle giderse hakikaten üye olacaklar” demeye ve mızıkçılık etmeye başladılar.

Yani Fransa, Almanya?

Evet. Başta Fransa ve Almanya... Kıbrıs’ı da engel olarak görenler var. Ama Kıbrıs hiçbir zaman Türkiye’ye, “Biz sizi üye istemiyoruz” demedi. Onların kendilerince şartları var. Ama mesela Sarkozy, 2007’den beri açıkça “Sizi istemiyoruz” diyor. Bu çok şevk kırıcı bir şey. Sadece şevk kırıcı da değil, teknik olarak bazı işlerin yapılması da ancak tam üyelik perspektifi olursa mümkün. Örneğin çevre mevzuatı... Bu o kadar pahalı bir mevzuat ki! Elbette hayati bir konu çevre koruma, bunun şartı olmaması lazım. Ama o mevzuatı yerine getirebilmek için 120-130 milyar avro gerektiğinden bahsediliyor ve bu durumda sanayici diyor ki, “Ben üye olmayacağım bir birliğin çevre mevzuatını uygularsam rekabet gücümü kaybederim!” Çok kabaca söylüyorum ama haklılar.

Çevre mevzuatının içinde neler var?

Fabrika atık yönetimleri, duman, katı atık... Dünya kadar mevzuat var.

Keşke yapabilsek... Birinci önceliğimiz o olabilse...

Keşke... Çevre normları elbette ülkemiz için, çocuklarımız için, istikbalimiz için hayati. Doğru ama kısa vadede öyle değil. Koskoca Amerika çevre normlarını uygulamamakta direniyor, niye? “İstihdam kaybederim” diye... Bu perspektifsizlik bütün teknik sürece yansıyor. Ve uyum çalışmaları yeterince hızlı ilerlemiyor.

Aslında halkta başından beri hep şöyle bir endişe vardı; “AB iyi bir şey, tamam üye olalım ama sonuçta bir Hıristiyan Kulübü, bizi asla almazlar.” Bu düşüncede hiç de haksız olunmadığı mı ortaya çıktı?

Halkta o endişe, daha doğrusu o sağduyu hep vardı. Ama mesela son Alman Marshall Fonu’nun araştırmasına göre, üyeliğe verilen destek yüzde 38’den, bu yıl yüzde 48’e çıktı. Demek ki daha hâlâ böyle bir beklenti var...

Bu Türkiye’nin güçlenmesiyle de ilgili herhalde?

Güçlü hissetmek önemli ama AB’nin norm ve standartlarına olan ihtiyacımızı küçümsememek lazım. O yüzden de Türkiye’ye artık tarih verilmesi lazım. Bununla ilgili ilk yazıyı Vatan’da 2006’nın Ekim ayında yazmışım, yani 5 yıl önce. 5 yıldır ciddi, makul ve olabilir bir tarih verilmesi lazım derim, artık pek çok kanaat önderi de aynı ihtiyacı dile getiriyor.

Mesela hangi tarih verilebilir?

AK Parti’nin Türkiye için bir 2023 hedefi var. 2023 hedefinin içinde AB üyeliği de olmalı. Zaten gidişat o yönde. Çünkü Avrupa Birliği’nin bütçe dönemi 7 yıllıktır. Bir dahaki bütçe dönemi 2014-2020... Şimdi bakıyoruz, son karar alınmadı ama o bütçenin içerisinde Türkiye’nin üyeliğini çağrıştıracak bir para yok. Yani yapısal fon adı verilen, karşılıksız hibe edilen parayı koymamışlar oraya.

Ne kadarlık bir para bu?

Türkiye için yılda aşağı yukarı 18 milyar avro olduğu hesaplanıyor. Bu para üye olduktan sonra gelecek Türkiye’ye... Eğer 2014-2020 bütçesinde bu para yer almıyorsa, demek ki bu tarihler arasında Türkiye’nin üye olacağını farz etmiyorlar.

Neden makul tarih 2020 sonrası?

Ancak hazırlanırız. Baksanıza eksiklere... Türkiye kocaman ülke, devasa sorunları var. Kolay kolay Avrupa standardında bir ülke haline gelemez. Dolayısıyla zaman tanımak lazım. Ama bu perspektif önemli. Birincisi, teknik işleri yapmak için. İkincisi, şevk için. Üçüncüsü de, toplumun bu işe sahip çıkıp; “Ey hükümet, elimizi çabuk tutalım, 2023’e çok az kaldı” diyebilmesi için.

Peki siz genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz AB’nin İlerleme Raporu’nu... Çok farklı görüşler var. Kimi olumlu buluyor, “Türkiye’yi övmüşler” diyor, kimi ise tam tersi fikirde...

Bence şizofrenik bir rapor. Çünkü Türkiye şizofrenik. Bir tarafta bir dolu doğru şey var, bir tarafta da bir dolu yanlış şey var.

Sizin bu tanımınız bana Haluk Bilginer’in bugün gazetelerde yer alan sözlerini hatırlattı. Bilginer, “Türkiye Zeki Müren gibidir. Her şey yalan dolan üzerine kurulmuştur, her şey ikiyüzlüdür. Bugüne kadar kimse Zeki Müren’in homoseksüel olduğunu söylemediği gibi, Zeki Müren de hayatı boyunca söylememiştir” diyor. Yani bir tarafta çok güçlü, müthiş güzel bir ses var, ama diğer tarafta da koca bir yalan var...

Aynen... Ama doğruların yanlışları götürmemesi de lazım.

Mesela?

Mesela Terörle Mücadele Kanunu (TMK)... TMK’da sorun var. Terörle mücadele olmasın demiyoruz ama TMK’nın belli maddeleri var ki, her önüne geleni içeri atabiliyorsun. 2002-2005 arasında soluduğumuz ortam, her şeye rağmen daha özgürlükçüydü. Dolayısıyla orada bir rücu, yani geriye dönme, fikir değiştirme var. 2005’te önümüz apaçıktı. Şimdi devamlı kesintiye uğruyor. Tam yürümüyor. Geri geliniyor, bir daha gidiliyor. Sürekli bir sıkıntı var. Artık 2005’teki noktada değiliz, başka bir yerdeyiz. Buna AB de sebep oldu. Çünkü rüzgârı kesti, ilişkiyi soğuttu. Biz de soğuduk o arada. “Bunları kendi başımıza da yaparız” demeye başladık. Ama iç dinamikle ancak bu kadar oluyor.

Türkiye, AB standartlarını Ortadoğu’da mı bulacak?

Bu raporun Türkiye için artık bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Çünkü Avrupa Birliği perspektifi kalmadı diyorsunuz...

Yani Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin dönüşümündeki o kaldıraç rolü, itekleyici rolü, o rüzgârı kalmadı.

Bu biraz da AB’nin zora girmesiyle de ilgili değil mi? İspanya, İtalya ve Yunanistan’ın hali ortada...

Konjonktürel olarak baktığımızda evet, AB eski, çekici AB değil. Pek çok insan, “Aman canım şunların haline bak, biz oraya mı üye olacağız!” diyor. Bence bu bir yanılgı. Zaten yanılgı olduğu raporda gözüküyor. Türkiye’nin o kadar eksiği, gediği var ki... Ama eksikleri kendi başına gideriyor artık. Yani tamamen iç dinamikle dönüyor burası. Eh, iç dinamikle de bu kadar dönüyor. Kimse alınmasın ama dış dinamik önemli bir şey. Yunanistan, Portekiz ve İspanya da zamanında bu dış dinamik sayesinde dönüştüler. Onların da benzer sorunları vardı. Askerî vesayet, Akdeniz’in 3 diktatörlüğü diye tabir edilen bu ülkelerde çok yaygındı. Onlar biraz da AB sayesinde kurtuldular askerlerinden. Bu küçümsenecek bir şey değil. Ama Avrupa bu ülkelere verdiği desteği Türkiye’den esirgedi. Onun için perspektifsizlikten söz ediyorum.

Şu anda öyle tuhaf bir tablo var ki, bir yandan bizim AB ilke, norm ve standartlarına ne kadar ihtiyacımız olduğu her raporda bir kez daha vurgulanıyor, bir kez daha ayna yüzümüze tutuluyor, öte yandan eksikleri tamamlamamız için yeterli gücümüz, becerimiz yok, AB’nin de destek vermeye niyeti yok.

Hangi eksikleri tamamlamaya gücümüz yok mesela?

Bizde demokratik hak ve özgürlükler alanında Türkiye’yi dönüştürecek dinamik yeterli değil. Bu tarihsel olarak böyle... Yani burası AB üyesi olmayan ama demokratik olan İsviçre veya Norveç değil. Buranın artı bir rüzgâra daha ihtiyacı var. O olmayınca ne olduğu görülüyor.

Türkiye’nin ihtiyacı olan artı rüzgâr ne?

AB norm, standart ve ilkeleri. O yüzden AB’nin ülkelerine değil, ilkelerine ihtiyacımız var diyorum. Sonuç itibariyle nedir bu AB normları Allah aşkına? Daha iyi, daha insana ve doğaya saygılı, daha mutlu, daha demokratik bir yaşam modeli değil mi? Bunlar süzüle süzüle gelmiş normlar. Ha şimdi oradaki finansal sorunlara bakarak Avrupa’ya tukaka demenin veya Fransızların deyimiyle çorbaya tükürmenin bir anlamı yok. Türkiye bu standartları Rusya’da mı, Ortadoğu’da mı, Orta Asya’da mı bulacak? Ama perspektif vermekten kaçınan AB bize kucak açmıyor. Sonuçta karşılıklı bir gönülsüzlük söz konusu. Hem AB’nin gönülsüzlüğü hem de buradaki siyasilerin... Öyle olunca da sorunlar bu kadar çözülüyor.

AB olmadan buyrun çözün Kürt meselesini

Bundan sonra ne olur sizce? Hükümetin önceliği olmaktan çıktı AB... Peki Fransa ve Almanya’nın tavrı değişir mi?

Artık hakikaten tekrar oturup kafa kafaya verip bir değerlendirme yapmanın zamanı geldi de geçti bile. Eteklerde biriken taşların dökülmesi lazım. Artık Sarkozy tipi beyanların kabul edilmesi mümkün değil. Bir tarafta Fransız iş dünyasının gözü Türkiye’de, diğer tarafta bir siyasetçi çıkmış ‘Onlar üye olmayacak’ diyor. Bunları konuşmanın zamanı geldi geçiyor ama tabii bir de siyasi takvim var. Fransa’da önce milletvekili, arkasından cumhurbaşkanı seçimleri var baharda. Ama esas Almanya’da seçimler var 2013 sonbaharında. Ondan önce ben bir şey olabileceğini sanmıyorum. Zaten gelecek yıl Danimarka ve Kıbrıs dönem başkanlıkları var. Bu süre zarfında mucizeler dışında bize ilişkin bir şey olmaz.

Kıbrıs’ın dönem başkanlığında ne olur sizce?

Bundan daha kötüsü olmaz. Zaten fasıl açılmıyor. O yüzden bunu abartmamak lazım. Almanya ile Fransa he dediğinde, Kıbrıs meselesi de bir şekilde çözüldüğünde Türkiye’yi kimse tutamaz AB’ye üye olması için. 2005’e kadar faydalandığımız AB dinamiği üyelikle birlikte bizi uçurur!

AB ile yaşadığımız en büyük değişim ne sizce?

Türkiye’deki özgürlük alanı muazzam genişledi. Ondan önce de Gümrük Birliği sayesinde, 1996’dan itibaren ekonomimiz çok faydalandı AB norm ve standartlarından.

Somut bir şey?

Mesela Kürt meselesi... AB adaylığıyla birlikte Kürt meselesinin silahsız çözülebilecek bir mesele olduğu algılanmaya başlandı ilk defa...

Yani Kürt realitesi tanındı?

Hem tanındı hem de bu meseleyi biz belki artık konuşarak ve siyaset yoluyla halledebiliriz diye yeni bir paradigma çıktı ortaya. Halbuki o zamana kadar öyle bir paradigma yoktu. Ne vardı? Pata küte vardı! Ama şimdi bakıyoruz, o rüzgâr, o ivme azaldıkça, eridikçe, tavsadıkça biz eski adetlerimize rücu ediyoruz. Rapor da bundan başka bir şey demiyor, kızmamak lazım. Bunlar Türkiye’nin gerçekleri. Orada yazılan her şey olguya dayanıyor.

Ne AB havlu atar ne de Türkiye!

Peki sizce Türkiye bu gidişle havlu atar mı?

İlişki kopmaz, çünkü 27 ülke hiçbir zaman bir araya gelip, yeterli sayıyı bulup Türkiye’ye “Tamam, yeter” demez. Türkiye de havlu atmaz. Ne hükümet atar ne de günün birinde hükümet olsa MHP! Bence bugün temel soru şu: AB’nin norm, ilke ve standartları Türkiye’nin dönüşümü için hâlâ bir şey ifade ediyor mu? “Hayır, etmiyor” diyen pek çok insan var. Bu tehlikeli. AB olmadan çözün bakalım Kürt meselesini!

Kürt meselesi Avrupa Birliği olmadan çözülemez mi sizce?

Tabii çözülür. Ama nedir AB’nin farkı? Oradaki normlar, iş yapma ve sorun çözme biçimi bizim bilmediğimiz şeyler. Örneklere bakalım: Bask ve Kuzey İrlanda çatışmalarının çözümleri... Hükümet de onlardan akıl alıyor, sivil toplum da, gazeteciler de, akademisyenler de... Aslında AB’ye üye olmaya gerek yok bunun için. Doğru ama o zaman da çözüm bu kadar oluyor. Siyaset biliminde şartlılık kavramı önemli, yani havuçla sopa. Bu perspektif Türkiye’ye bugüne kadar inanılmaz işler yaptırdı ve muazzam bir özgüven kazandırdı. O arada perspektif giderek görünmez hale geldi. Ama güçlendiğimiz için de özgüven aşırı özgüvene dönüştü. Bugün gidişat endişe verici. Şunu anlamak lazım; silahla, savaşla, höt zötle bir şey olmuyor. Bunu öğrenmeliyiz artık, bunlar denenmiş şeyler. Dönüp dolaşıp Kürt çatışmasında gene zapturapta geldik. İnşallah AK Parti’nin o pragmatik yanı devreye girer!

Nasıl?

Dogmatik değil AK Parti... Belki o iş dünyasından gelmiş olmanın, o zamanında itilmiş kakılmış olmanın verdiği bir adaptasyon kabiliyeti var AK Parti’de. Ben daha hâlâ o yönüne güvenmek istiyorum. Günün birinde bu sert söylemlerden vazgeçip aklıselimi tekrar keşfedip sorunların üstesinden gelme iradesini gösterebilir inşallah.

Konu AB oldu mu, hükümet dışı tek merci!

Galatasaray Lisesi’nin ardından Sorbonne’da iktisat okudu. ‘Dr.’ unvanını yine bu üniversiteden aldı. 1983-88 yılları arasında BM’nin Kongo, Uganda, Ruanda, Afganistan ve Pakistan operasyonlarında görev yaptı. Ardından 1989’dan 1994‘e kadar BM bünyesinde AB’nin göç ve iltica politikaları üzerinde yoğunlaştı. 1994-99 yılları arasında BM’nin Slovenya temsilciliğini yönetti. 1999’da Türkiye’ye döndü. 2004’te BM’nin Cezayir operasyonunu yönetti. Bu arada Galatasaray Üniversitesi’nde AB dersleri vermeye başladı. Halen Bahçeşehir Üniversitesi’nde AB Bölüm Başkanı olan Dr. Cengiz Aktar’ın Avrupa-Türkiye ilişkileri üzerine altı kitabı var. Ve Vatan’da yazmayı sürdürüyor...

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili bir yorum almak gerektiğinde medya mikrofonu önce ona uzatıyor. Son günlerden bir örnek verelim. AB 2011 İlerleme Raporu’na ilişkin Financial Times’da çıkan Daniel Dombey imzalı analizde Cengiz Aktar’ın başkanı olduğu bölümde yüksek lisans programının yeterli öğrenci olmadığı için durdurulduğu belirtiliyordu. Bu örnek Türkiye’nin AB konusunda geldiği noktayı ortaya koyması açısından çarpıcı... Ama yüksek lisans programı kalkmış olsa da, Aktar’ın görüşleri hâlâ büyük önem taşıyor Avrupa için!..


Mine Şenocaklı
Vatan
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar
Yorum Gönder (0)