İnsanoğlunun dünyadaki ilk adımından itibaren o kaçınılmaz kural da hiç değişmedi!.. Yaşamın her alanında, kimi zaman kısırdöngü kimi zaman menfaat çarkına hizmet etse de, o kuralın adı hep aynı kaldı: Kavga!..
O kavga, dünyanın her köşesinde, yaşamın akla hayale gelmeyecek her mevzisinde belki de bin yıllardır devam ediyor!.. Üstelik pervasızca, acımasızca ve çoğu zaman insafsızca!..
İhanet, işbirlikçilik ve kalleşliğin sarmalında kimi zaman pusulara düşen o zalim ve ürkütücü kavganın aktörleri de, figüranları da, safları da, amaçları da çoğu zaman aynıydı!.. Bakınız o kavga, kimlerin kavgasıydı:
Doğa ile felaketin, gündüz ile gecenin…
İnsan ile hayvanın, bitki ile toprağın!..
Küçük ile büyüğün… Güçlü ile zayıfın…
Zengin ile yoksulun, aç ile tokun…
Köle ile ağanın, işçi ile patronun…
Aşiretle marabanın, kardeş ile kardeşin…
Öfkeli ile uslunun, gerçek ile yalanın…
Sinsi ile dobranın, dürüst ile sahtekarın!..
Büyük balık ile küçük balığın…
Kısacası, siyah ile beyazın ve de eğri ile doğrunun eski çağlardan bu yana hiç bitmeyen kavgası!..
Peki, kavganın asıl mecraları bunlar mı sizce?..
Bizi, hepimizi ve en önemlisi geleceğimizi hedef alan asıl mücadele bunların arasında mı yaşandı?..
Hiç sanmıyorum!..
Paradoksa inat!..
Pay almak, ayakta durmak, öne çıkmak, büyümek, lider olmak uğruna; kısacası yaşamanın kavgasında sahnelenen ikiyüzlü piyeslerin versiyonları yukarıdaki gibi sıralanabilir!..
Kavgaların taraflarını gösteren tüm bu ikilemler belki de insanlığın ilk nefesinden itibaren yalnızca aileler içinde değil, kolonilerde hatta uluslar arasında bile bölünmelere, kanlı çatışmalara ve yok oluşlara neden oldu…
Ancak dünya, belki de en çok canlıyı Aydınlanma Devrimi ile bağnazlığın çatışmasında yitirdi…
Uygarlık ile geri kalmışlığın kavgası, kişilerin değil, kimi zaman ulusların büyük çatışmalarına da dönüştü…
Dikkat çekici değil mi; uygar ülkeler yeni teknolojileri öne çıkarma, yaşamı kolaylaştırma, bilimi insanlığın hizmetinde daha iyi kullanma yarışını sürdürürken, uygarlıkla bağnazlığın kavgası en çok geri kalmış coğrafyalarda yaşanıyor!..
İşin özeti; katı bağnazlık anlayışıyla toplumları çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmaya çalışanların kavgası halen devam ediyor!..
Üstelik o kavga; karanlıkla aydınlığı bölüşen gece ve gündüzün sükunetini, yağmurla toprağın uyumunu, ölümle yaşam arasındaki paradoksu bile şaşırtacak biçimde bıkmadan usanmadan sürüp gidiyor!..
Tezgah, rövanş, kırılma!..
Türkiye de; ısrarla geri bırakılmaya çalışılan ve üzerinde emperyalizmin kara hesaplarının hiç bitmediği güzelim bir coğrafya değil mi?..
İşte binlerce yıllık kültürleri de barındıran bu topraklarda, çağdaş uygarlık mücadelesine yönelik müdahaleler özellikle 1946’den sonra ivme kazandı…
Kitleleri, tarikat-siyaset-rant üçgeninde bağnazlığın unsurlarıyla tökezletmeye çalışanlar, gericiliğin üzerine hükümdarlıklar kurdular ve toplumları simsiyah bir perdenin gerisinde, bir gölge oyununun figüranı olmaya zorladılar!..
İşin ikinci özeti; geri kalmış kitlelerden çağdaş bir ulus yaratan Atatürk’ten rövanş almak isteyen zavallıların hırsı, 1923’ten bu yana hiç bitmedi!..
AKP’nin iktidara geldiği 8 yılda ise Türkiye top yekun bir dönüşüme zorlanırken, rejim çok tehlikeli ve artçıları hiç durmayacak bir kırılmaya da sürükleniyor!..
Asker-sivil, yargı-medya, toplum ve siyaset ucu dışarıdan gelen güçlerin dayatmasıyla değişime değil adeta çöküntüye savruluyor!..
Anlayacağınız dünya emperyalizmin kanlı ve de hileli tezgahında yeniden kurulurken, Türkiye de bundan payını almaya zorlanıyor!..
Türkiye, Anayasa Mahkemesi’nce “laiklik karşıtlarının odağı” ilan edilen bir parti tarafından yönetilirken; kaset-şantaj-zindan tehdidiyle dizayn edilmeye çalışılan siyasetin çok önemli kurumları ise tam bu dönemde şaşırtıcı ve de tuhaf bir suskunluk sergiliyor!..
Konuşanlar, direnenler şantajla saf dışı bırakılırken, tertiplerle zindana atılırken; stratejik koltuklara oturan kimi siyasiler, gaflet ve dalalet içinde kendi varlık gerekçelerini bile yok etmeye çalışıyor!..
Medyanın iki yüzü!..
Peki ya medya?.. Yandaş medyanın yalnız kuşatma değil, itibarsızlaştırma, yalan, iftira, tehdit ve dezenformasyonla adeta psikolojik harp yürüttüğü bir dönemde; bir yandan da baskı, sansür ve tasfiye süreci yaşanıyor…
Ülkenin namuslu gazetecileri yalnızca siyasi otoritenin baskısıyla değil, yandaş görünen mevkutelere gizlenmiş Soros kısraklarının çabalarıyla önce sansür ediliyor ardından da utanmazca yöntemlerle işten çıkartılıyor!..
Cezaevlerine atılanlar ise bir duyarsızlık buhranın içinde dik durmanın cezasını çekiyor!..
İşte bu süreçte; dünya kurulduğundan bu yana devam eden kavga, asıl hattında daha da yaşamsal önem kazanıyor!..
Yani tüm bu kumpas içinde rota arayan kitlelerin aydınlatılması hattında!..
Bu kavga; zenginle yoksulun, ezenle ezilenin, güçlü ile zayıfın, bağnazlıkla çağdaşlaşmanın dikenli yollarında önümüzü görmemizi sağlayan asıl kavgadır!..
Nedir o kavganın adı?.. Yanıtı yaşadığımız şu günlerin her anında, mücadelemizin her adımında sayfa sayfa önümüze çıkıyor:
Aydınlık’la karanlığın kavgası!..
Yanıt bu kadar net bu kadar çarpıcı işte!..
İşte bu ahval ve şerait içinde; ülkenin gidişatı konusunda duyarlı olanların, kaygı yaşayanların yani sizlerin yapacağı tek bir şey var; safınızı belirlemek!..
Ya aydınlıkta yürümek ya da karanlıkta!..
Gerisi size kalmış!..
Mehmet Faraç
Aydınlık
