19 Aralık 2012 de yayımlanan “Kent Konseyleri” Ya Da Ulus Devletin İmhası” başlıklı yazımı, PKK’NIN “ÖZERKLİK” İSTEMİNİN HÜKÜMET KANADINDAN DA KABUL GÖRDÜĞÜ SÜREÇTE, Bir kez daha yayına koymanın anlamlı olacağını düşündüm… Mahmut ÖZYÜREK
Parlamento içi muhalefetin “istemem, yan cebime koy”
anlayışı ile karşı çıktığı, parlamento dışı toplumsal muhalefetin,
Atatürkçülerin neredeyse büyük bir çoğunluğunun “yetmez ama evet” çiler örneği
destekledikleri “KENTKONSEYLERİ”, özünde “devletsizleştirme” projesinin tabana
yayılmasının önemli bir ayağını oluşturmaktadır.
Bu yazıyı kaleme alırken, kendini “Atatürkçü” olarak
tanımlayan, Atatürkçülük iddiasında bulunan, ancak Atatürkçülükten “sistemin
öngördüğü kadar” nasiplenmiş kimilerinin sert-acımasız eleştiri ile
karşılaşacağımı da biliyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; “İnsanlar,
gerçekliğine inandıkları şeyleri söylemekten çekinmemelidirler. Gerçekleri
söylemek, insanın başına büyük işler de açabilir. Yine de doğru bildiğimiz
yoldan şaşmamalıyız. İnsanlık, gerçekleri söylediği için cezalandırılan, acı
çeken, ama doğrulardan ödün vermeyen insanların çabalarıyla bugünkü düzeyine
ulaşmıştır.” , “Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kâfi
değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lâzımdır”
sözlerinden hareketle, yurtseverliğimin bir gereği olarak gördüğüm doğruları bu
güne değin olduğu gibi, bundan böylede söylemekten geri durmayacağım.
Konu ile ilgili olarak Türkiye’nin altına
imza koyduğu kimi uluslararası sözleşmeleri anımsamakta yarar var.
• Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı,
15 Ekim 1985 tarihinde imzaya açıldı. Türkiye anlaşmayı 21 Kasım 1988′de
imzaladı.
• 1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye
“üye adayı” unvanı verildi.
• 4 Haziran 2003: “İnsan hakları”na ilişkin iki
Birleşmiş Milletler sözleşmesi” TBMM’nden alelacele, yangından
mal kaçırır gibi AKP ve CHP’nin oylarıyla, geçirildi. Türkiye, AB istiyor diye,
“Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ile “Ekonomik Sosyal ve
Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”ne (bundan böyle her iki sözleşmeyi
ifade etmek için "ikiz sözleşmeler" ifadesi kullanılacaktır.) katılım
işlemlerini tamamlayarak bu sözleşmelere de taraf olmuştur.
• 3.7.2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun
76.maddesine dayanılarak hazırlanan “Kent Konseyi Yönetmeliği”
08/10/ 2006 tarihli 26313 sayılı RG de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
• 5449 sayılı “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu,
Koordinasyonu Ve Görevleri Hakkında Kanun” 25 Ocak 2006 da kabul
edildi.
• 19 Ekim 2007 de yapılan “Lizbon Antlaşması”,
1 Aralık 2007 de yürürlüğe girdi. Lizbon Antlaşması’na göre, “Avrupa
Birliği, üye devletlerin antlaşmalar önündeki eşitliğine, temel yapılarına
ilişkin, siyasal ve anayasal, bölgesel ve yerel özerk yönetimler dâhil, ulusal
kimliklerine saygı gösterir” (m. 3a/2).
• 1996'dan bu yana çıkarılamayan “Yerel
Yönetimler Yasasının son ayağı olan 6360 sayılı “Büyükşehir Belediyesi
Kurulması Ve Sınırlarının Belirlenmesi” hakkındaki kanun 12.11.2012
tarihinde TBMM de kabul edilmiş 06.12.2012 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir.
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler
listesi ”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım
müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin
başlatılması, Türkiye’nin, “Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi”
ön koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme”
koşuluna özellikle dikkat çekmek gerekir. Çünkü, böyle bir koşul eşyanın
doğasına aykırıdır. AB üyelerinin hiç biri “tam olarak yerine getirme” koşulu
ile karşılaşmamıştır. Kaldı ki böyle bir şey de olanaksızdır. AB, Türkiye’nin “Kopenhag
koşullarına tam olarak uyma” sürecini izlemek amacıyla şöyle bir
süreç uygulanmıştır.
• -“Katılım Ortaklığı Belgesi’yle
Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
• -Türkiye “Ulusal Program” la taahhütte
bulunuyor.
• -“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini
yerine getiriyor.
21 Kasım 1988′de imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı, “yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar
çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında
ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı
anlamını” içermektedir
1999 Helsinki Zirvesinde ise “azınlıkları
korumanın ve onlara saygı göstermenin güvenceye ve bu güvencenin de istikrara
kavuşturulması“ istenmiştir.
4 Haziran 2003: “İnsan hakları”na ilişkin iki
Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’de kabul edildi. Türkiye’nin
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması,
teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış”
olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında
bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyordu. Böylece Türkiye, “tüm
halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre
Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye
Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor, ayrılmak istemeyenlere
ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınıyordu. Bunlar
sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılmaktadır: “Tüm
halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve
ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler.
Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek
sağlamalıdır.”
İkiz sözleşmeler, Emperyalist – yağmacı emellerin önünde engel olarak duran, Vladimir İliç Lenin'in bağımsızlığın ön koşulu olarak ortaya attığı "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı, AB-D'nin kurnaz mimarları, ulus devlet yapısı içinde yaşayan "Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”na dönüştürüvermişlerdi.
İkiz sözleşmeler, Emperyalist – yağmacı emellerin önünde engel olarak duran, Vladimir İliç Lenin'in bağımsızlığın ön koşulu olarak ortaya attığı "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı, AB-D'nin kurnaz mimarları, ulus devlet yapısı içinde yaşayan "Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”na dönüştürüvermişlerdi.
"Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’; Thomas
Woodrow Wilson tarafından, 1919 yılında Emperyalist sömürünün, mikro
milliyetçiliğin, ulus devletlerin parçalanmasının ön koşulu olarak ortaya
atılmıştır.
Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının önce 1000’e, sonra da 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedirler. Bu hedefe ulaşabilmek için araç olarak da öncelikle “İkiz Sözleşmeleri” kullanmaktadırlar. Çünkü bu sözleşmeleri kabul eden üniter/ulus devletlerin; halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünmesi ve böylelikle yıkılmasının yollarına taş döşeme işlemi bu sözleşmelerle sağlanmıştır.
Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının önce 1000’e, sonra da 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedirler. Bu hedefe ulaşabilmek için araç olarak da öncelikle “İkiz Sözleşmeleri” kullanmaktadırlar. Çünkü bu sözleşmeleri kabul eden üniter/ulus devletlerin; halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünmesi ve böylelikle yıkılmasının yollarına taş döşeme işlemi bu sözleşmelerle sağlanmıştır.
1990’ların başında Maastricht Anlaşması’yla “yerellik
ilkesi” AB’nin temel ilkelerinden biri haline geldi. Yeni üye olacak
devletlere de ön koşul olarak dayatıldı. Batı emperyalizmi “yerinden
yönetim” ve “kendi kaderini tayin hakkı” gibi özü boşaltılmış, ambalajı
parlak kavramları, hedef ülkeleri etnik temelde parçalayıp sömürgeleştirmek
için kullanmaktadır.
Bir diğer önemli hatırlatmayı daha yapmakta yarar var.
“Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları”nın ön
hazırlıkları, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yapıldı.
Belediye başkanlarının yetkilerini daha aktif bir biçimde kullanmaları
amaçlı UNDP’nin çalışmalarını ise Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler finanse
etti.
AB, bu çerçevede, Türkiye’nin eyalet
sistemine geçişinin alt yapı hazırlıkları için 4 milyon Euro harcadı. AB’nin dayatmalarıyla devreye giren
ve federalizmin önünü açan “Kalkınma Ajansları"na ise, AB 1 milyar TL
kaynak ayırdı. Yani, “Kent Konseyleri, Kalkınma
Ajansları, Büyükşehir Yasaları” nın finansmanı tümüyle AB ve BM hibeleri ile
yürütüldü. Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler yalnızca “hibe”
vermekle yetinmediler. Onlarca uzman(özel görevli- casus) bu çalışmaların
yürütülmesinde görev aldı. Diğer sömürgeleştirme
projelerinde olduğu gibi, Soros ve AB’den beslenen, mandacı ,“Truva Atı”
örgütlenmeler de boş durmadılar “beyin yıkama-dönüştürme” eylemlerini aralıksız
sürdürdüler.
Bu ihanet senaryosunda görev alanların en tehlikelileri ise “Hem AB’ci, hem de Atatürkçü” olduğu savı ile halkı kandıranlardır. Bunlar diğerlerinden farklı olarak, Atatürk’e veya Kemaliz me doğrudan cephe alarak saldırarak tepki çekmek yerine, daha sinsi bir yöntem izleyerek “Atatürkçü oldukları” yaygarası ile bir kısım saf ve bilinçsiz yurttaşlarımızın işbirlikçilerin safında mevzilenmesini sağlamaktadırlar.
Bu ihanet senaryosunda görev alanların en tehlikelileri ise “Hem AB’ci, hem de Atatürkçü” olduğu savı ile halkı kandıranlardır. Bunlar diğerlerinden farklı olarak, Atatürk’e veya Kemaliz me doğrudan cephe alarak saldırarak tepki çekmek yerine, daha sinsi bir yöntem izleyerek “Atatürkçü oldukları” yaygarası ile bir kısım saf ve bilinçsiz yurttaşlarımızın işbirlikçilerin safında mevzilenmesini sağlamaktadırlar.
Başta ABD ve Avrupa birliği ülkeleri olmak üzere
dünyanın tüm gelişmiş ülkeleri daha çok merkezileşirken, gelişmiş ülkelerin
denetimlerindeki uluslararası kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret
Örgütü vb.) gelişmekte olan ülkelerde “yerelleşmeyi” ve devletin
küçültülmesini, devletsizleştirmeyi, niçin önermektedirler? Niçin milyonlarca
Euro’yu “hibe olarak” bu projelere harcamaktadırlar?
Çünkü ulus ötesi şirketler, dünya ölçeğinde programlar
uygularken, ulus-devletlerin sınırlarından, parlamentolarından, ordularından,
bürokrasilerinden büyük rahatsızlık duymaktadırlar.
Dünya sermayesinin 3/2 sini elinde tutan batılı çete
başlarının sözcülerinden. Rockefeller bir konuşmasında; Birinci Dünya
Savaşı'nda 50, İkinci Dünya Savaşı'nda 100, bu gün 194 olan devlet sayısının
yakın gelecekte 1000’e sonra 5000 ülkeye çıkacağını söylemişti. Böylece ulusal
kimliği ve dirençleri dumura uğratılmış, kent devletçiklerinde gelişen küresel
Pazarlar üzerinden sömürü kolaylaşacak, Dünya “dikensiz gül bahçesine”
dönüştürülecektir.
Amerikan tekeli Rockefeller’in patronu olan Nelson
A. Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı
mektubunda şöyle yazıyor: “İktisadi
yardımlarda, ABD’nin karşılık beklemeden yardım ettiği ve işbirliği yapmak
isteğinde samimi olduğu izlenimi oluşturulmalı. Elimizdeki bütün propaganda
imkânlarıyla durmaksızın, az gelişmiş ülkelere yapılan Amerikan yardımının
karşılıksız bir yardım olduğunu, art niyet taşımadığını bütün kafalara sokmalı,
bu konuda hiçbir masraftan çekinmemeliyiz. Bu arada ideolojik savaşa ara
vermemeliyiz. Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik eksperlerimiz
ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün
dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre geliştirmelidir. Bu
ülkelerdeki politik bakımdan güvenilir yerli işadamlarının ulusal çabaları da
teşvik edilmelidir.”
1957’de Eisenhower Doktrini olarak ortaya atılan, “Ortadoğu’da
Barış ve İstikrarı Koruma Planı” , günümüzde “Genişletilmiş
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan Büyük Ortadoğu Projesinin”, ABD
Başkanı George Bush tarafından ilk defa 1990’da açıklanan “Yeni Dünya Düzeni”
projesinin de, gerçek amacı, işte bu sayıyı yakalamaktır. Yani, milli
devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar parçalayıp, sonra da dünyayı
yönetmek.
Konu bu bağlamda ele alındığında “Kent
Konseyleri”, bir tür “eyaletleşmeye” yol açarak,
emperyalizmle uyum/bütünleşme sürecini yürütebilmesine olanak tanıyan Bölgesel
Kalkınma Ajanslarının, Büyükşehir Yasalarının kim için ne amaçla ısrarla
Türkiye’de uygulanmak istendiği daha rahat anlaşılır.
Üzülerek belirtelim ki, konuyu bu bağlamda ele
almadan/alamadan, “Körlerin fili tanımlaması” gibi “Kent Konseyleri,
Kalkınma Ajansları”nı “demokratikleşme”, Büyük Şehir Yasasını ise “eyaletleşme”
olarak halka sunmak büyük bir aldatmaca, aymazlık ve ihanet örneğidir.
Açıkça üniter /milli devleti, Eyaletler devletine
dönüştüren, başkanlık sistemine ya da bir diktatörlük sistemine doğru gidişin
altyapı taşlarını döşeyen, “Kent Konseyleri, Kalkınma Ajansları,
Büyükşehir Yasaları” bir bütünün parçaları ve özü
itibariyle ihanet yasalarıdır.
Bu ihanet yasaları yalnızca AB-D’nin, değil, aynı
zamanda ülke içinde “devşirilmiş” kimi “Truva Atı” örgütlerinde dayatmasıdır.
Açık Toplum Enstitüsü kurucusu Soros'un desteklediği TESEV'in hazırladığı “Yerel
ve Bölgesel Yönetim İçin Öneriler” raporunda önerilen her şey, bu
ihanet yasalarının içine yerleştirilmiş ve TBMM'nin gündemine getirilmiştir. TESEV'in hazırladığı bu rapora, TESEV’in 183 no’lu kurucu
üyesinin muhalefet edeceğini, direneceğini beklemek, en hafif deyimle
safdilliktir.
Özünde “devletsizleştirme” projesinin tabana
yayılmasının önemli bir ayağını oluşturan “Kent Konseyleri” ne geçmeden bir
noktanın altını daha çizmek gerekir.
1996'dan bu yana birçok kez gündeme alınmasına karşın
bir türlü yasalaştırılamayan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” AB-D’nin kurnaz
mimarlarının önerisi ile “Kent Konseyleri,
Kalkınma Ajansları, Büyükşehir Yasaları” olarak parçalara ayrılmış, ambalaj
değiştirilerek, “kalkınma, demokratikleşme, yönetişim, katılımcılık, yerinden
yönetim vb.” kavramlarla cilalanarak yasalaştırılmıştır.
Bu ihanetin yasal dayanaklarının tamamlanması için, Yasalarımızda birkaç değişiklik daha planlanıyor. Dilerseniz nelerin planlandığını İçişleri eski Bakanı Abdülkadir Aksu'nun kendi ağzından yaptığı şu açıklamadan öğrenelim.
Bu ihanetin yasal dayanaklarının tamamlanması için, Yasalarımızda birkaç değişiklik daha planlanıyor. Dilerseniz nelerin planlandığını İçişleri eski Bakanı Abdülkadir Aksu'nun kendi ağzından yaptığı şu açıklamadan öğrenelim.
“Olursa her ilde bir
yönetici olacak, o da seçimle gelecek. Şu an da atanmış vali ve seçilmiş
belediye başkanı birlikte olmayacak. Bu konu da partide araştırma ve geliştirme
bölümü çalışıyor. (…) En iddialı projelerimizden biri de, her il ve ilçelerde
bir nevi, 'yerel parlamento' olarak adlandırılabilecek çalışma sistemi kurmak.”
Aksu, ANAP’ın olduğu kadar AKP’nin de önde gelen
isimlerindendir. “Her il ve ilçelerde bir nevi yerel parlamento”, söylemi,
amacını aşan değil, tam tersine amacı doğru tanımlayan bir söylemdir. Amaçlanan
“yerel parlamento”dan anlaşılması gereken bu günkü adıyla “KENT KONSEYLERİ”dir.
“YEREL GÜNDEM 21” VE “KENT KONSEYLERİ”
Yerel Gündem 21, kendi mimarlarınca şöyle tanımlanıyor. “Yerel Gündem 21, 1992 yılında yapılan Rio de Janeiro’daki Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'ndan (Yeryüzü Zirvesi) bu yana, dünyada yaklaşık 135 ülkedeki binlerce, ülkemizde ise 60’ı aşkın kentte uygulanan 21. yüzyılda çevresel, toplumsal, ekonomik gelişmeye ve öncelikli kent sorunlarının çözümüne yönelik çalışmaları kent halkı ile birlikte yürüten ve uygulamaya geçiren bir ortaklık projesidir.”
Yerel Gündem 21, kendi mimarlarınca şöyle tanımlanıyor. “Yerel Gündem 21, 1992 yılında yapılan Rio de Janeiro’daki Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'ndan (Yeryüzü Zirvesi) bu yana, dünyada yaklaşık 135 ülkedeki binlerce, ülkemizde ise 60’ı aşkın kentte uygulanan 21. yüzyılda çevresel, toplumsal, ekonomik gelişmeye ve öncelikli kent sorunlarının çözümüne yönelik çalışmaları kent halkı ile birlikte yürüten ve uygulamaya geçiren bir ortaklık projesidir.”
YG21 ile “sorunların çözümünde sadece devleti
içeren tek özne yerine, hükümetler, is adamları, ticaret birlikleri, bilim
adamları, vatandaşlar, hükümet dışı kuruluşların da içinde bulunduğu çok
taraflı görev ve sorumluluk üstlenen gruplardan yardım alınması” öngörülmüştür.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı göre, özerk
yerel yönetim kavramı, “yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar
çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında
ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı
anlamını” içermektedir
Türkiye’deki Kent Konseyleri, YG-21’lerin “yasal”
olarak statü kazandırılmış yeni yapılarıdır. Bugün Avrupa’da ve diğer pek çok
ülkede “Local Agenda 21 (LA-21)” olarak isimlendirilen bu yapılar bizde de yeni
belediye kanununa kadar varlıklarını YG-21 adı altında sürdürmüşlerdir. Yasal
bir statü kazandıkları zamanda isimleri “Kent Konseyleri” olarak
değiştirilmiştir. Bununla birlikte Kent Konseyleri kavramlaştırmasına değişik
ülkelerde de rastlamaktayız. Adı ister YG-21 olsun isterse de Kent Konseyleri
olsun, iki yapının da ortak iddiası, yerelde yeni bir yönetişim modeli olarak
gösterilmeleridir.
Türkiye’de içeriği ve özü dumura uğratılmış “kalkınma,
demokratikleşme, yönetişim, katılımcılık, yerinden yönetim vb.” kavramlarla,
Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, OECD, bunlara destek veren IMF'nin
dayatması olarak gündeme gelen”YG-21 ya da “KENT KONSEYLERİ”nin temel
işlevi, merkezi yönetimin sağlaması gereken
kamusal hizmetlerin yerel yönetimlere bırakılmasıdır.
Türkiye’de de bugüne kadar, merkezi yönetim tarafından
belediyelere devredilen ya da uzun süredir zaten belediyeler eliyle verilen
kamu hizmetlerinin hızla özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasının deyim
yerindeyse “kılıfı-ambalajı” olarak önceleri “Yerel Gündem-21” şimdi de “KENT
KONSEYLERİ” sahneye sürülmüştür.
Doğası gereği bir türlü doymak bilmeyen “küresel çete
ve özel sektör”, Yerel Yönetimlerin elinde olan “ulaşım, yol yapımı, çöp, kent
temizliği, su, çevre düzenlemesi vb.” gibi yerel yönetimlerin kendi olanakları
ile sunduğu hizmetlerden çekilmesi, küresel çete ve özel sektör için çok önemli
kar alanları yaratmıştır. Bu karlı alanı ele geçirmek için yapılan çalışmalarda
katılımcılarının kimler olduğuna bakmak bile ileri sürdüğümüz tezin doğruluğunu
kanıtlar niteliktedir.
"Avrupa Birliği Yolunda İyi Yönetişim"
adıyla yapılan çalışmalar “TÜSİAD, OECD, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği”
ortaklığıyla yürütülmüştür.
2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Kent Konseyi” başlıklı 76. maddesi ne dayanılarak çıkartılan, asıl olarak YG21 programını esas alan “Kent Konseyleri Yönetmeliği” “sürdürülebilir kalkınma” ilkeleri çerçevesinde, “yönetişim” anlayışını, “hemşerilik hukuku”na dayanarak hayata geçiren ve katılımın yaygınlaşmasını “kent vizyonu” etrafında geliştirilmesini sağlayan çok aktörlü bir yapıdır. Kent konseyi, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır.”
2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun “Kent Konseyi” başlıklı 76. maddesi ne dayanılarak çıkartılan, asıl olarak YG21 programını esas alan “Kent Konseyleri Yönetmeliği” “sürdürülebilir kalkınma” ilkeleri çerçevesinde, “yönetişim” anlayışını, “hemşerilik hukuku”na dayanarak hayata geçiren ve katılımın yaygınlaşmasını “kent vizyonu” etrafında geliştirilmesini sağlayan çok aktörlü bir yapıdır. Kent konseyi, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır.”
“YÖNETİŞİM”
Kent konseylerinin omurgasını oluşturan, “katılımcılık, demokratikleşme, sürdürülebilir kalkınma” anlayışlarını yaşama geçireceği ileri sürülen “Yönetişim” kavramını şöyle tanımlanıyor.
Kent konseylerinin omurgasını oluşturan, “katılımcılık, demokratikleşme, sürdürülebilir kalkınma” anlayışlarını yaşama geçireceği ileri sürülen “Yönetişim” kavramını şöyle tanımlanıyor.
"20. yüzyıl toplumları, "yöneten ile
yönetilen", "devlet ile toplum" arasında durmadan açılan bir
uçurumla yaşamaya çalışmıştır. Devlet aşırı büyümüş, toplumun üzerine abanmış,
toplumun taleplerini duyma ve yerine getirme melekelerini yitirmiştir.
Demokrasi, ancak, devlet ile toplum arasındaki bu uçuruma son verilerek gerçek
hale getirilebilir. Bu nedenle “yönetişim” KATILIMCILIKTIR.
Türkiye’de özellikle kendini “sol”
olarak tanımlayan örgütler ve kişilerin “olmazsa -olmaz” istemidir “yönetişim”
ve “katılımcılık.” Ancak “demokratikleşme, kavramında olduğu gibi “katılımcılık”
da ulus ötesi sermayenin yeniden biçip-diktiği bir elbisenin, mazlum ulusların
üzerine zorla değil , “rıza” ile giydirilmesine dönüşmüştür.
Bu nedenle Yönetişim; Ulus
egemenliğini temsil eden iktidarın yeniden paylaşılmasıdır. Önceliği
“Kamu yararı” olan devlet aygıtından “kamusal alanları” terk etmesi talep
edilmektedir. Devletin önceliği, Kamu yararı değil, küresel aktörler arasındaki
paylaşımın gözetilmesi, iş ve işlemlerin “genel sekreterliği”ni yürütülmesi
olmalıdır.
Konumuz olan “Kent Konseyleri” işte bu anlayış üzerine
oturtulmuştur. Üçlü bir sacayağı olacaktır. Birinci ayak “genel sekreterliği
yürütme” işlevi dışında bir görevi olmayan ve devleti temsil eden “BÜROKRASİ”,
İkinci ayak toplumun üretken, girişimci, toplumsal gelişmenin lokomotif işlevi
gören “ÖZEL SEKTÖR”.( TOBB’nin her ildeki temsilcileri Kent Konseylerinin doğal
üyesidir.) Üçüncü ayak ise “Sivil Toplum Örgütleri”dir.
Bu üçüncü ayak konumuz açısından üzerinde durulmaya
değer. Nedir bu sivil toplum kuruluşları? Örneğin Atatürkçü Düşünce Derneği,
bir sivil toplum kuruluşu mudur? Gerek Dünyada, gerekse ülkemizde “Sivil
Toplum Örgütü” “NGO” denildiğinde, nitelik ve nicelik olarak “Sermaye
Tabanlı” örgütler anlaşılmalıdır. Doğru olan da budur. Bu nedenle
nitelik ve nicelik olarak sermaye tabanlı olmayan örgütlenmeler “Demokratik
Kitle Örgütleri”dir. DK. Örgütleri
sermaye ile ortak bir paydada buluşamazlar, Kent Konseylerinin üçüncü ayağını
oluşturan yapılanmanın içine alınmazlar, uygulamada da alınmamışlardır.
Buradan şu çıkarsama rahatlıkla yapılabilir.
Yönetişim; genel sekreterliği yürütme” işlevini yerine getiren ve devleti
temsil eden BÜROKRASİ ile Sermayeden (Özel sektör ve Sivil Toplum Örgütleri)
oluşan bir yapılanmanın adıdır.
Kaldı ki bu güne değin, siyasal iktidarlara ve devlet
bürokrasine baskı uygulayarak, söz ve karar süreçleri üzerinde etkili olan
kesimler, “Özel sektör ve Sivil Toplum Örgütleri”dir. Kent
Konseylerinin asıl hedef kitlesi olan/olması gereken, “katılımcılığının”
sağlanması beklenen toplum kesimleri, yani milli gelirden en düşük payı almaya
mahkûm edilen, üreten, emeğiyle geçinen, geniş halk yığınları, sermaye dışı tüm
toplumsal kesimler karar süreçlerinin en alt düzeyine itilmişlerdir.
Özel sektör ve sermaye tabanlı sivil örgütlenmelerin temsilcileri dışında, örgütsel ve bireysel katılımın olanaksızlaştırıldığı, belirli örgütlü kesimler dışındaki kent yasayanlarını dikkate almayan, zaten söz ve karar süreçleri üzerinde etkili olabilecek kesimlerden oluşan, Kent Konseyi’ne, kent yoksullarının katılımı ancak kararı başkaları tarafından alınan ve “yoksulluğu sürdürülebilir” kılan projeler düzeyinde olmaktadır.
Özel sektör ve sermaye tabanlı sivil örgütlenmelerin temsilcileri dışında, örgütsel ve bireysel katılımın olanaksızlaştırıldığı, belirli örgütlü kesimler dışındaki kent yasayanlarını dikkate almayan, zaten söz ve karar süreçleri üzerinde etkili olabilecek kesimlerden oluşan, Kent Konseyi’ne, kent yoksullarının katılımı ancak kararı başkaları tarafından alınan ve “yoksulluğu sürdürülebilir” kılan projeler düzeyinde olmaktadır.
Katılımcılık, demokratikleşme, sürdürülebilir
kalkınma, yerinden yönetim gibi geniş halk yığınlarının kolayca benimseyip
savunacağı kavramlarla ortaya atılan “Kent Konseyleri” zaten örgütsüz ve yoksul
olan geniş toplum kesimlerinin kısıtlı da olsa yararlanabildiği demokratik kimi
hak ve özgürlüklerinde sınırlandırılmasının aracı olabileceği gözden uzak
tutulmamalıdır. Bu nedenlerle "katılımcı-yönetişim" adı verilen bu
uygulama demokratik değil, tam tersine anti-demokratiktir. Yani, yönetim, söz
ve karar yalnızca “Sermayenindir.”
Sömürünün ve sermayenin küreselleştiği, Küresel
sermayenin, ulus/üniter devletlere karşı küresel bir saldırıya geçtiği gerçeği
ile karşı karşıya olduğumuzu yaşayarak görüyor ve biliyoruz.
Bir bütünün parçaları olan “Kalkınma Ajansları, Kent
Konseyleri, Büyükşehir Yasaları” gerçekte, yerel kamu hizmetlerinin ve halkın
gereksinmelerinin küresel sermayenin kar alanına dönüştürüldüğü, yerel
yönetimlerin, ulusaldan kopartılıp, küresel çetenin kontrol ve denetimine
geçtiği, Yerel Yönetimlerin kar amacı gütmeden gerçekleştirdikleri kamu
hizmetlerinin özelleştirilerek piyasalaştırıldığı, sosyal devlet kavramının
tarihe karıştırıldığı bir sürecin öncüleridir. Önümüzdeki yıllarda Yerel
Yönetimler ulus ötesi işletmecilerinin kar alanları haline gelecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, üniter/ulus devlet modeli üzerine
antiemperyalist bir devrimle inşa edilmiş, devlet öncülüğünde planlı kalkınmayı
ilke edinmiş, Kamusal gücün temel dinamiklerinin devletin denetim ve
kontrolünde olduğu bir “sosyal devlet” olarak kurulmuştur. Neresinden
bakarsanız bakın, “Kalkınma Ajansları, Kent Konseyleri, Büyükşehir Yasaları”
Kamusal gücün ve kamu hizmetlerinin sermayenin tekeline devredilmesi, bir KARŞI
DEVRİM hareketidir. Küresel çete ve onunla bütünleşmiş işbirlikçi, tekelci
sermaye, yerinden yönetim, yönetişim, katılımcılık adı altında yereli ulusaldan
ayırarak, kamu ekonomisi ve devletin stratejik kararlar alma yetki ve
yeteneğini de ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Bu nedenle, yerelin, ulusal-merkezi olan ile birliğini
savunmak, günümüzde izlenmesi gereken politika olarak ortaya çıkıyor; küresel
sermaye lehine yürüyen özelleştirmeye karşı direnmek, ancak yerellik –
federalizm- eyaletleşme gibi siyasal örgütlenmelere karşı çıkmakla mümkün
görünüyor.
SONUÇ
Devlet ulusal egemenliğin aracıdır. Bu araca rakip veya paralel başka egemenlik araçları tanımlanamaz. Günümüzde yaşanan dönüşümün ana hedefi; ulusal ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olarak görülmektedir. Böylelikle kamu yönetiminde tasfiye edilen ulusal devletin idare yetkisiyle birlikte, egemenlik gücü de küresel çeteye devredilmiş olacaktır.
Devlet ulusal egemenliğin aracıdır. Bu araca rakip veya paralel başka egemenlik araçları tanımlanamaz. Günümüzde yaşanan dönüşümün ana hedefi; ulusal ekonomileri devletsizleştirmek ve küreselleştirmek olarak görülmektedir. Böylelikle kamu yönetiminde tasfiye edilen ulusal devletin idare yetkisiyle birlikte, egemenlik gücü de küresel çeteye devredilmiş olacaktır.
Eğer bu olguya karşı gereken önlemler alınmaz,
toplumsal muhalefet örgütlenerek karşı bir direniş gösterilmezse, yakın
gelecekte Türkiye Cumhuriyeti için bir yok oluş, kendi kendini imha operasyonu
ile karşılaşmak kaçınılmaz sonuçtur.
Bu toplumsal muhalefeti örgütlemek, antiemperyalist,
antifaşist direniş cephesini oluşturmak Kemalistlerin omuzlarında bir görev ve
tarihsel sorumluktur.
Bu görev ve sorumluluğu, kurtuluşu
Avrupa Birliğinde, Soros Vakıflarında gören Atatürk Maskeli Mandacılara ihale
etmek, son tahlilde küresel çetenin kucağına oturmakla eş anlamlıdır.
Kırk yıldır NATO’ya uşaklık edip, sonrada kendini “Atatürkçülüğün Noteri” ilan eden sistemin has adamlarından, türeyen ya da türetilen Atatürkçülerden emperyalizme karşı direniş beklemek tam bir aymazlıktır. Çünkü Sn. Yılmaz Dikbaş’ın söylemiyle;
Kırk yıldır NATO’ya uşaklık edip, sonrada kendini “Atatürkçülüğün Noteri” ilan eden sistemin has adamlarından, türeyen ya da türetilen Atatürkçülerden emperyalizme karşı direniş beklemek tam bir aymazlıktır. Çünkü Sn. Yılmaz Dikbaş’ın söylemiyle;
Hem AB’ci, hem de Ulusalcı olunamaz!
Hem AB’ci, hem de Atatürkçü olunamaz!
Hem AB’ci, hem de Anti-emperyalist
olunamaz!
Hem AB’ci, hem de tam bağımsızlıkçı
olunmaz!
Ülkemizin ve Ulusumuzun tek kurtuluşu ''altı ok''
felsefesinin, yani Kemalizm’in ödünsüz yaşama geçirilmesi ile olanaklıdır.
Son söz:
“Biz emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu da iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi bütün gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki, Türk Milleti mutlaka muvaffak ve muzaffer olacaktır”.
“Biz emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa, babalarımızın oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine şunu da iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi bütün gücünü ortaya koyar, savaşır, didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki, Türk Milleti mutlaka muvaffak ve muzaffer olacaktır”.
(Gazi Mustafa Kemal Atatürk- 20 Eylül 1919/Sivas) 19 Aralık 2012
Mahmut ÖZYÜREK
(Not: Sn. Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER’in “DEVLETTE
REFORM” Makalesi “kaynak” olarak değerlendirilmiştir.)