Şehitler, gene şehitler. Çok can sıkıcı bir durum, artık alışkanlık yaptı. Ateş de düştüğü yeri yakıyor. Gencecik çocuklarımız tabutlarda. Gel de dayan... Hatta tabutlara giremeyenler de var. Şehidin cesedi bulunamayınca; bulunan boş bir tabut kapağı mühürlenerek, içi boş bir şekilde geliyor ailenin önüne. Aile bir süre boş tabuta sarılıp ağladıktan sonra yetkililer boş tabutu veriyorlar toprağa. Aileler, çocuklarının şehit olmasını hükümetin yanlış politikalarına bağladıkları için, cenaze merasimlerinde hükümet yetkililerini protesto ediyorlar. Bu da yetkililerin hoşuna gitmiyor; düşünüp taşınıyorlar, biraz da kaşınıyorlar ve bir çözüm buluyorlar. Şehit ailelerini ve yakınlarını cenaze merasimine almamak gibi... Öyle de yapıyorlar. Neden? Yeter ki yuhalanmasınlar... Cenaze yakınları da uzaktan, cenazenin gıyabında üzülüp yakıyorlar ağıtlarını. Bizim protokol de yan yana dizilip, bir cenaze namazından diğerine koşuyorlar. Yapacak bir şey yok, ellerinden bir şey gelmiyor.
Allah’tan İdris Naim Şahin, aklıyla bin yaşasın, şöyle buyuruyor; “Allah’tan” diyor, “Allah böyle kısmet etmiş. Her isteyen şehit olur mu? Bu şehit olan gençler şanslı, Allah onları seçmiş. Onlar da direk cennete...”
“Ne hikmetse, parayı bastırıp askerden yırtan zengin bebeleri bu kısmetten nasibini alamıyor.”
Şehitliklerde hiç zengin mezarı yok. Tabutları fakir fukara cesetleri dolduruyor ya da dolduramıyor. Bu kısmet de hep fakirlere nasip oluyor.
İdris Naim Şahin büyük adam, hem de çok büyük. CIA Ajanı Angelina’nın karşısında nasıl salya sümük kahkahalar atıyordu. ABD bize Angelina’yı yolluyor. Aslında bir sebep bulup bizim de bu konuda karşılık vermemiz lazım. Herhalde biz de ABD’ye bir sanatçıyı elçi olarak gönderecek olsak, filozof sanatçımız Nihat Doğan’ı yollardık.
Sinan Çetin
Gaf toptancısı Sinan Çetin, yeni bir gaf üretmiş. Filmi de vizyona girecekken, Atatürk düşmanı büyük düşünür şöyle buyurmuş: “Bastıralım parayı, PKK’yı satın alalım, kapansın bu konu” diyor. Aman ne düşünce yarabbi... PKK’yı para karşılığı satın almak... Vay ki ne vay... Ortalık bir anda karışıyor. Sinan da ne halt ettiğini anlıyor ama nasıl çevirecek lafı, onu düşünürken, PKK’dan kendisine cevap gecikmiyor; “Biz satılık mıyız” diyor PKK Sinan’a. Büyük düşünür Sinan ortalarda yok. PKK’nın hışmına maruz kalmış bir kere. “Acaba nereye saklansam da PKK beni bulamasa... Yurt dışına mı çıksam yoksa?” diye dizlerini dövüyor. Allah’ın sopası yok derler, bilirsiniz. Dilerim bu gaf bir şekilde tatlı sonuçlanır...
Hülya Avşar
Beni sevmiyormuş, bundan sonra da sevme ihtimali yokmuş. Saygı duyarım kendisine. Sevip sevmemek elbette ki kendi takdiri. Biz büyüklerimize cevap vermeyiz, diyor. Hatta büyüklerimin karşısında bacak bacak üstüne bile atmam, diyor. Oysa ben, büyüklerin de bir hatası olursa, eleştirilmesinden yanayım. Babam bize, beni eleştirin, derdi. Hem siz gelişirsiniz, hem de ben. Eleştiri insanı geliştirir, insanın hatalarını düzeltir, ilerlemesini sağlar. Eleştirmek, eleştirilmek saygısızlık olarak algılanmamalı. Sevip sevmemek ise duygusal bir kavram...
Var sayalım ki ben bir öğretmenim. Tembel bir öğrencimi çok seviyorum. Bu sevgim, o öğrencimin sınıf geçmesinde etkili olamaz. Ya da hiç sevmediğim hatta nefret ettiğim bir öğrencim, çok çalışkan ve başarılıysa eğer, benim nefretim onu sınıfta bırakmamalı. Yani bu işlere duygu karıştırılamaz.
Ayrıca cahillik kalıcı bir hastalık değildir. Geçicidir. Durumu kabullenip, kendini eğitebilir insan. Belki de büyüğün olarak sana önemli bir katkıda bulunmuşumdur, kim bilir... Sen beni sevme... Ama ben seni seviyorum. Senin sınıfta kalman, benim seni sevmeme engel değil...
Ha, bu benim sana şu satırlarda yazdıklarım kadarıyla sınırlı. Beni telefonla arayıp ya da gördükleri yerde; “Hülya Hanım’a ne cevap vereceksiniz” diye sorduklarında, benim için artık bu konu kapanmıştır, deyip artık konuşmuyorum. Ama ne yazık ki, basınımızı tanıyorsun. Sanki bir şey söylemişim gibi, benim ağzımdan yazmaya devam ediyorlar. Bilesin ki, o vakit Altın Portakal mevzusu kapandıktan sonra yazılan çizilen bana ait değil. Ayrıca bu konuda çevreye verdiğim gürültü ve zararlardan ötürü üzgünüm.
Enver Aysever
Severim onu. Dünya görüşünü ve fikirlerini biliyorum. CNN Türk’te “Aykırı Sorular” adı altında bir program yapıyor. Çok mutlu oldum. Programının tutması beni mutlu etti. Geçen gün de beni konuk etti. Anladığım kadarıyla, kendi söyleyemediklerini, sıkıştırıp konuklarına söyletmeye çalışıyor. “Abi seni acayip sıkıştıracağım, hazırlıklı ol” dedi. Tamam dedim ve program başladı. Beni sıkıştıracağım derken kendi sıkıştı, hatta bunu itiraf da etti. Güzel bir geceydi. Bana da söylemek istediğimi söyleme fırsatı verdi, sağolsun.
Yayının bir yerinde “Abi, ustayla konuşmayı denedin mi?” dedi. Ben de “düşünmedim bile. Çünkü sen konuşursun, usta seni azarlar” dedim. Ustanın tarzı bu... İddiaya girdik, ben seni ustayla buluşturacağım, dedi. “Eğer” dedi bana “gel programını TRT’de yap, hatta yaptıklarına karışmayacağız, yani seni sansür etmeyeceğiz” derlerse, yapmaz mısın? Cevabım, “elbette yaparım, ama sen hayal görüyorsun” oldu. “Dahası sen bu randevuyu dahi alamazsın”... Bekleyelim bakalım, sonucu hep beraber görelim. Belki Enver Aysever’in bir bildiği vardır...
Azınlık oyunu
Oyunu Antalya ve civarında oynadık. Örneğin Finike’de .(muhteşem bir yer) Yat limanında bir meydanda oynadık. On bin nüfuslu Finike’nin beş bini oradaydı. “Azınlık” benim başyapıtlarımdan biri oldu son günlerde. Ne mutlu bana...
Finike’de Belediye Başkanı Sn. Ömer Çırpar’ın portakal bahçesinin içindeki pansiyonunda kaldık. Ben bu bahçeyi görünce, öldüm de cennete geldim sandım. Bu cennet köşesinin insanları da cennetlik... Başkan son derece mütevazı bir insan; onu ve eşini tanıdığıma çok sevindim.
Geceki oyundan sonra, bu portakal bahçesinin ortalık yerinde bir yemek verdiler bize. O yemekte CHP Antalya İl Başkanı Devrim Kök’le tanıştım. Çok donanımlı, kültürlü bir genç kardeşim. Konuştukça aydınlattı beni, hayran bıraktı kendisine. Ondan yararlandım, yeni şeyler öğrendim. Ağzım açık dinledim kendisini. “Bu size anlattıklarımı bir toplantıda Kılıçdaroğlu’na da anlattım” dedi. Ben Kılıçdaroğlu olsam, işte bu genci alırım yanıma, hatta arkama. Yaslanırım ona ve onu dinlerim. Bu genç arkadaşım ve fikirleri taşıyabilir CHP’yi iktidara. Ben olsam Kemal Bey’in yerinde, onu görmezden geleceğime, yapışırım koluna ve bir daha da bırakmam.
Gene aynı yemekte CHP Kumluca İlçe Başkanı Arif Kocacık’ı, ADY Antalya Şube Başkanı İbrahim Daş’ı ve Finike İlçe Başkanı Reşat Eker’i de tanıma olanağı buldum. Bu gençler ve fikirleri beni yeniden umutlandırdı ve tekrar CHP’ye ısıttı. Kemal Bey bu gençlere kulak ver. İşte bu arkadaşlar, sana gerekli olan taze kanı taşıyor damarlarında. Tabi beni dinlemek lütfunda bulunursan...
Mustafa Akaydın
Antalya Belediye Başkanı biliyorsunuz, Prof. Dr. Mustafa Bey... Antalya Film Festivali Başkanı Hülya Avşar’ı eleştirmeme rağmen, o ayrı bu ayrı, deyip bizim oyunlarımızı bu bölge için satın alıp, bizi halkla buluşturdu. İşte CHP düşüncesi böyle temsil edilir. İşte gerçek dost böyle olur. “O ayrı, bu ayrı!” Nerede artık böyle düşünen insanlar? İşte burada, Antalya’da... Mesela Adem Akyürek. Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı. Bizi bir an olsun yalnız bırakmadı. Finike Belediye Başkanı, bana ıspanak pişiren değerli eşi. Ne mutlu böyle dostlarım var, dedirtiyor.
Elmalı’lı Hamdi Yazır
Kim biliyor musunuz bu muhterem? Atatürk’ün emriyle Kuran-ı Kerim’i Türkçeleştiren zat. Atatürk der ki kendisine; “Kitabımızı Türkçeleştir ki, dinimizi okuyalım, bilelim.”
İşte bu yazıyı kaleme aldığım gün 21 Eylül’de “Azınlık”ı Elmalı’da oynayacağız. Elmalı’lı Hamdi’nin vatanında... Aklıma gelmişken, hayran olduğum il başkanı Devrim Kök dedi ki bana, “Önümüzdeki Ekim ayında Türkiye 26’ya bölünüyor. Yirmi altı eyalet olacak. Bu da AKP’yi, ülkeyi götürdükleri hedefe bir adım daha yaklaştırıyor.” Vay be, seyreyle gözüm ülkeyi, bakalım aine-i devran ne suret gösterecek?...
Silivri’deki dostlar
Silivri’deki dostlar, canlar; oradaki hücrelerinde unutulmuşlukları yetmiyormuş gibi, şimdi de yeni baskılarla karşılaştılar. Sanıklarla avukatları yan yanadırlar, birbirlerinden fikir alıp-verirler. Bu, sanıkların en doğal ve yasal hakkıdır. Ne yazık ki, onların bu yasal hakkına da tecavüz edildi. Duruşma arasında Tuncay Özkan avukatına bir not uzatıyor. Hâkim buna bozulup Tuncay Özkan’ı ve Mustafa Balbay’ı 16 duruşmadan men ediyor. Bu ne demek biliyor musunuz? 16 duruşma kendilerini savunamayacaklar ve bu süre zarfında yakınlarıyla, sevdikleriyle, aileleriyle görüşemeyecekler... Oldu olacak yemek de vermeyin, hatta su da, olsun bitsin...
Hayranı olduğum Doğu Perinçek’e ise, süresiz duruşmaya katılmama cezası verdiler. El-insaf! Bakalım daha neler duyacağız, göreceğiz... Ancak unutmamak lazım ki, artık insanların sabrı taştı. Angelina Jolie’nin muhabbet arkadaşı İdris Naim Şahin’e sorsak Silivri’deki dostların durumunu... Ne derdi?
“O da onların kaderiymiş”, diyecektir büyük olasılıkla.
Sevgili dostlar, ben de artık köşe yazarıyım ya malumunuz; bu sene tatil yapmak için izin istemedim gazetemden. Böyle bir izin almayı da düşünmüyorum. Biz yurtsever Atatürkçülerin, bırakın izin yapmasını, uyumaması bile gerekir. Bir satır, bir satırdır. Cesurca, korkmadan yazabilenler yaşasın...
24’ünde İzmir’deyiz. Biletler satılmış, bitmiş. 29’unda da Ankara’dayız “Azınlık”la. Orada da tükenmiş biletler. Ne mutlu... Yeter ki, nefeslerimiz tükenmesin...
Benim de heykelimi yıktılar
Eski dostum Mehmet Barlas, (siyasi görüşlerimiz bizi ayırdı) atları çok sever. Heykeltıraş olduğumu biliyor. Bahçesine koyabileceği bir at heykeli yapmamı istemişti benden. Kırmayıp, aylar süren çalışmalar sonunda, meydanlara dikilebilecek nitelikte (üç metreye iki metre) bir at heykeli yaptım ona. Heykeli, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden tırla geçirdik, vinçle indirdik bahçesine Barlas’ın.
At heykeli on bir yıldır bahçesini süslüyordu. Ne var ki, yollarımız ayrılınca, geçen gün iki amele çağırmış, kazma kürekle yıktırmış canım heykeli. Böylece Tayyip Erdoğan’dan sonra ikinci heykel yıktıran kişi olma ünvanını elde etmiş.
Ben de, Mehmet Aksoy’dan sonra, heykeli yıkılan ikinci heykeltıraş olma fırsatını yakaladım.
Az kalsın unutuyordum
Enver Aysever’in programından sonra oğlum bana dedi ki; “O sana, Atatürkçü müsün?” diye sordu. Sen de, “tabi ki, hem de katıksız” dedin. Sen de ona, “Peki sen Atatürkçü müsün?”, diye sorsaydın ne diyecekti? Biz cevabı biliyoruz ama, O bu soruyu orada rahatlıkla yanıtlayabilir miydi sence?”
Birşey diyemedim...