Dikenli Anne
Çarşamba, Mayıs 09, 2012
Kardeşlerim, batı batı dediğimiz şey, anlaşıldı ki sonunda, bir İtalyan lokantasında makarnanın üstüne şef garsonun peyniri elleriyle ovuşturup rendelerken bizlerin ‘harika... mükemmel…’ dememize kadar iniverdi.
Ve sonra işimiz gücümüz hiç yokmuş gibi aşçının okul ve diploması ne yüksek yerlermiş diye (ağzımızdaki lokmayı saygı yüzünden yanak altına çekip yerinden hiç oynatmadan) dinlemek ve hayranlıkla başımızla tasdik etmekmiş...
Aslında neyi ne zaman ne kadar takdir edeceğimiz konusunda taa sandalye ceket ilk geldiği günlerden beri sıkı bir eğitim aldığımız halde, hala batılı şeylerin her defasında bize disiplinel bir sessizlikle öğretilmesi tuhafıma gidiyor... Gerçi aşçı New York bilmem ne mezunu olsa da takdir etmeye hazırım Paris bilmem ne mezunu olsa da...
Mekâna ve ritüele ne kadar saygılı olsak da içimizde ehilleşmemiş doğulu bir tarafın sırıttığını onlar da biliyor, mesela, aşçı Çinliyim, Hintliyim, Filipinliyim deseydi, kesinlikle işe ben de maydanoz olur ‘ne diyon lan’ ‘yeme bizi kardeşim’ diye takdim’i bozacak potansiyelim hala mevcut...
Dinlemeler, telefon tape’leri de böyle bir şeydi, çok da bildiğimiz eski usul belgelere benzemiyordu, nereden bakarsan bak teknoloji işi, hangimiz teknolojiye hayranlık duymadık...
Cemaat ve ABD ajanları eliyle dinleme dolu bavullar Taraf Gazetesi’nden harekete geçince, benim eski arkadaşlarım, yani eski kot pantolon ve eski polo gömlek giymiş az sakallı solcu arkadaşlarım, HAYRANLIKLA TRİBÜNLERİ salladı... Ve belgeleri getiren aşçıların önünde yıllar ama yıllarca saygıyla eğildiler övgü methiyeler iltifatlar kahramannameler düzdüler...
Aslında ben bu dinlemelerin ne anlama geldiğini önceleri pek anlamadım, eski solcu arkadaşlarım Taraf Tribününde sevinçten gömleklerini parçalayıp Sen Çok Yaşa Ahmet Altan Sen Çok Yaşa Baransu diye bağırmaya başladıklarında birazcık uyanır gibi oldum ama yine de kemiklerime kadar işlemiş gerçekçilik yüzünden bedenimi beynimin dahi ikna etmesi asla söz konusu olamazdı...
Bu servis edilen belgeler neymiş de neymiş, arkadaşlarımın ekranlardaki sevinç çığlıklarına bakarsak GODOT SONUNDA gelmiş ve getiren de çok sürpriz bir isim cemaat ve ABD ajanları... O günlerde ekranlara fırlayan o bisiklet yaka süveter kazak giyen hafif sakallı arkadaşlar var ya, çok iyi tanışırız... O günlerde ekranlarda en hasılat getiren konuşmalar işte bu TAPE’lerdi, geceler boyu konuşmalar, ne cumhuriyet bıraktılar, ne Atatürk ne bizim katilliğimiz kaldı ne faşistliğimiz...
Diğer konuşan solcu kardeşi de tanırım o da arkadaş, dürüstlükten bir amatör belgeseli dahi bitirecek parası yoktu, şimdi ekranda konuştukça suratı Ford Mustang araba gibi ani vites değişikliğine her iklim şartlarına debriyajsız ayak uyduruyor...
Tabii o eski solcu arkadaşlardan bazıları bu kadar fazla ekran matinelerine yetişemediler, ama saç şekilleri ve konuşma şekilleri spor araba renklerinin sivilliğinde birkaç günde dönüşüverdi...
Açılım açılım açılım, eski Türkiye bitti bitti bitti derlerken sanki Ege’den Soros Körfezi’nden Türkiye’ye serin bir hava üflüyorlar ve toprağımızın ve tarihimizin kiri pası küfü havalanıp temizleniyordu...
Öyle serin bir vantilatör ki ekranlardan odalarımıza hatta dünyaya yayılıyor ve kendini sürgünde kabul eden niceleri ülkeye dönüyor. Ülkücü, eski solcu, liberal, herkes, beyninin kıvrımlarından eski bir işkence anı, itilmişlik, travma izini kazıyıp çıkartıp cemaatin ekranlarına koşuyordu...
Birkaç ay içinde ülkede iyi liberaller için tatlı kötü katil Ergenekoncular(!) için çok acımasız öyle sert bir rüzgar estirilir ki tutuklanan tutuklanana, operasyonlar, 1, 2, 3 diyor sonu ucu bucağı görünmüyor... O galeyan günleri kitap fuarında imza atıyorum, hayatları boyu yazarlığıma saygı duymuş başörtülü kızlar, ne olmuş o birkaç ay içinde, önümden geçerken burunları havada bana laf attılar, ‘bunlar hala yaşıyor mu, bunlar hala tutuklanmadı mı?’
Oysa o meşum günlere kadar hikayeler yazan ya da hikayeyle süslenmiş konuşmalar yapan birisiydim, tam da o galeyan günleri ortasında açtım internet sitelerini, adımın yanında sen de on bin ben diyeyim yirmi bin Ergenekoncu yaftası, adımın yanında birkaç bin tane katil, faşist, deli, meczup gırla gidiyor...
Bir de içlerinde güya çok bilmiş ağbilerinin alaylı lafları, şöyle cümleler: ‘bunları ciddiye alıp yazmayın’, bazıları: ‘geçin o Ergenekoncu delileri konuşup zaman harcamaya değmez...’, ben diyeyim yirmi bin siz deyin elli bin ‘küçümseyici’ ‘yok sayıcı’ ‘dışlayıcı’ ve bir o kadar bol keseden küfürlü karalamalar...
Hadi cemaatçiler Amerika AKP böyle buyurdu, size ne oluyor benim eski solcu anarşist kardeşlerim diyeceğim, inanın kendilerine ulaşmak, cevap mesajımızı yayınlatmak dahi bu en özgürlükçü bilmem ne bokum yerlerde mümkün olmadı…
Bütün tribün bir tek ruh tek beden olmuş anamızdan girip katilliğimizden çıkıp ipimizi çektiler.
Anladım ki fikirler farklı farklı olabilir ama renk uyumu diye bir şey var, o tribünlerden sahaya o ajanlı dumanlı bombaları kim attı bilmiyorum, alkışlayanları da tane tane bilmiyorum, bildiğim, tüm stat, tüm ülke, o dumanın altında kaldı, Hrant’ı rahipleri dahi öldürüp beynimizin içine erimiş kurşun akıttılar, gerçekten seven insan terk etmez, kaçan kaçsın, biz, yerimizden zırnık oynamadan buradan kavgayı okuma yazma bilen herkes uyanıncaya kadar sürdürdük ve Sızıntı ve Samizdat kitapları yazıldı ve bu ‘tutuklanıp içeri tıkılan’ site şahitsiniz tarihi görevini soyluca yerine getirdi...
Çalıştığım her yere polis baskını yapıldı, arkadaşlarım etrafım herkes tek tek içeri atıldı, sandılar ki, üç yüz beş yüz kişiyi içeri tıkar ellerinden gazeteleri ekranları alır, boğarak, yok ederiz...
Kardeşlerim bizler bilgisayar başında büyümüş bir nesil değiliz, bizler Tayyip Erdoğan’ın etrafına doluşan bir köy dolusu insan hiç değiliz...
İşte yer gök duydu gördü, işte içerden arkadaşlarımızın kitapları, kan kusturuyorsunuz ama teslim alamadınız.
Beş altı yıl önce biz bu bir işgaldir ve bu belgeler uydurmadır dedik, geçen yedi-sekiz seneden sonra nihayet yeni yeni uyanmaya başladınız. Ne diyeyim sabahı şerifleriniz hayrolsun, biraz geç kaldınız tabii, ne çay kaldı ne çaydanlık ne ev kaldı ne sokak ne gidecek kahve ne adam gibi konuşulacak birileri…
Ve siz kendinizi kurtarmak kendinizi korumak için en acayip anarşist fikirlere dahi sığınmayı felsefi sporları bahane ettiniz... Kimseciklerden içerdekilerin parmaklarından tutsun istemedik, kalkıp en zor günümüzde bize koltuk değneği olsun da istemedik, ama bir insan evladı, üstelik bir yazar, onur denen şey’in tam da tarihsel zamanı gelmişken bu an’ı nasıl kaçırır. Deli süslemesi bir yığın garip suratlı vicdanı yazılar, yok oydu buyduyla güya paçanızı mı kurtardınız? Şimdi ödül törenlerinde dans mı edersiniz? Sormadınız mı kendinize şimdi içerde yatanlar bu ülkeye denizden dalgalarla mı geldi gökten mi düştüler, senin benim gibi sıradan insanlardı, söyleyin durduk yere bu insanlar neden savaşçı olsunlar, neden, şimdi içerde boğulup giderken tek başlarına Amerikan ve cemaatin gizli silahlarına karşı neyle nasıl zafer kazansınlar!
Ve artık gün döndü kara çalanların kara şeytan suratları göründü artık ne içerdekilere ne dışarıdakilere sormayın bu beş yıl nasıl geçti, o kapkara günler içinde uzağı görme yeteneği işe yarayabilirdi, erdem, kirli elinizden sabun gibi zaman kayıp gitti...
Hadi hiçbir şeycikler olmamış gibisinden başlayalım yazımıza, soruyor bezgin okuyucular yazıyor, yazıyorsun da ne oluyor, cevaplıyorum, Romanler kesintisiz yirmi dört saat göbek atıyor da ne oluyor, göbekleri mi eriyor, eğleniyorlar işte, yazıyoruz çünkü sürünerek değil her şeye karşın eğlenerek yaklaşmak istiyoruz ölüme...
Tecavüzcüsüyle evlenen liberallerden son günlerde ilginç çıkışlar görüyoruz, mesela Ahmet Altan daha geçen gün, askere karşı yapılan sözlü saldırılar karşısında asker değil hükümet cevap vermeli dedi, hayrola, daha iki yıl önce İlker Başbuğ’a saldırıldığında aynı şeyi iğrendikleri ulusalcı yazarlar söylüyordu, demek dünya bir günde değişiyormuş.
Bitmedi, Tayyip Bey devletin tek dini var deyince Ahmet Altan yine ayağa kalktı, canım olur mu ‘laiklik’e aykırı diye, vay maşallah, daha bir yıl öncesine kadar iğrendikleri ulusalcılar da aynı şeyleri söylüyordu, demek dünya bir günde değişiyormuş...
Tabiatta ‘körlük’ diye bir şey var mı, yok, bütün canlılar dokunarak duyarak temasla sesle bir şekilde dış dünyayı algılar. Yalnız bu beyefendiler dışarıdan dünyaya gelmiş yaratıklar gibi... Amerikan tezgâhı ajan bavulları taşıyıp birilerini içeri tıkmak için görev almışlardı, hazır bu görevi harfiyen yerine getirirken bir de üstüne devlet, hukuk, anayasa, özgürlükler, açılımlar gibi işleri de süslü çalımlı yazılarla üzerlerine aldılar, birkaç günlük feylesofluk özentiliği, şakacılıklarıyla da soslayarak, ne oldu?
‘Bozuk olmayan bir şeyi güya açılımlar adı altında tamire’ çalıştılar, bugün onlar da gördü, yaraya hastalığa değil ‘beden’e saldırıldığını. Kendi bedenlerini kendilerine doğrattılar hala uyanmamış ayaklarındalar... Beden, özgürlükler, siyasi sosyal eşitlikler ve bunları garanti altına alan anayasal düzen, şimdi, dün alelacele bir hışımla saldırdıkları tüm kötülüklerin anası ilan ettikleri ‘gövdeyi’ bugün yarım ağızla ve cici cümlelerle güya savunuyorlar...
Neye benziyorlar Allah aşkına, el ve ayak parmakları olmadığı için ağzıyla resim yapan engelliler gibi pek marifetli muhalif yazılar yazıyorlar. İnsan sormaz mı, ellerimizin ayaklarımızın katili kasabı kim, tabii ki kendileri, sadece el ve ayaklar olsa, bırakın bu şirin muhalif yazılarını siz, cemaatten ve iktidardan ve Amerikan ajanlarından penislerinizi bir daha geri alabilecek misiniz, kara kara bunu düşünün, bir Müslüman kadının sahneye çıkması dahi kaç yüz yıl aldı, yüzyılların kazanımlarını cemaatin gayya odalarında peşkeş çektiniz...
Sözün özü, kiliseye kim papaz oluyorsa önce İsa’yı bir daha çarmıha geriyor sonra çarmıha gerilmiş İsa önünde ağlayarak duaya başlıyor... Cehennemin dibine pek hevesle cumburlop çivileme atlamışlar şimdi de cehennemin dibinde demokrasi arıyorlar, arayın arayın bulursunuz şeytanların .mlarını, herifçioğlunun en yakın arkadaşını cemaat öldürmüş, herifçioğlu sırf İslamcılar’a teorisyenlik hevesi yüzünden, gık’ını çıkartmıyor Yeni Şafak Gazetesi’nde...
…
Kızılderili Çerokiler kendi top oyununa ‘savaşın küçük kardeşi’ adını koydu. İlkel toplumdan bugüne savaşın dahi bir ahlakı olduğunu görürüz, esir komutanların onurlarına saygı gibi, hatta 1800’li yılların ortasına doğru diplomaside bir devrim niteliği uluslar arası hukuk’un ilk büyük düzenlemesi sayılan girişimler savaşın dahi kurallarını koymuştur, şu meşhur Cenevre antlaşması, esirlere muamele gibi...
Daha geçen yaz iddianame yazıp yüzlerce yıl ceza isteyeceksin bir yıl dolmadan suçsuz bulup aklayacaksın... Artık herkes hepimiz biliyoruz ki bunlar hukuku ilgilendiren adli vakalar değil, olup bitenler kayıtsız şartsız BİR SAVAŞIN CEPHELERİ...
Ve asılsız kanıtsız iddianameden mahkumlara reva görülen muamelelere, ciddiye alınmayan dilekçelere, değerlendirmeye savunmaya alınmayan kanıtlara kadar ve manşetlerde astırılan iftiralara kadar, bu savaş tarihlerin yazdığı en ahlaksız savaşlardan biri haline çoktan geldi...
Savaşın tek yöntemi vardır: İMHA, ülkemizdeki savaşın da… İmha savaşının felsefesi ‘niçin varsın?’, yani suçlu olduğun için değil var olduğun için yok edilmek zorundasın... Beş yıldır içerde hala suçunu bilmeyip savcıya ben neden buradayım cevabını boşa arayan kardeşlerimiz de çoktan öğrendi artık, suçları, varolmaları, şimdi dışarıdan oh olsun diye sevinen herkese sıra işte yavaş yavaş geliyor...
…
Siz hiç köylülerle kurt ya da domuz avına çıktınız mı? Sıkıştığını anlayan hayvan ‘tiz sesler’ çıkartmağa başlar, muhtemelen duygusal çığlıklar, bir olasılık da sesini daha da inceltip en uzaklara zor durumda olduğunun mesajını iletmek için, çaresizliğin çığlıkları, hepimizin her günkü yazıları gibi...
Hayvan vuruluncaya kadar köylüler sesini asla çıkartmaz, aralarında işaretlerle konuşurlar... Hayvan vurulup gövdesi yere düşüp ayakaltına alındığında köylüler artık kısık sesle konuşmayı bırakır ve o köyde ancak düğünlerde görülen neşeli kahkahalar ve yamaçtan yamaca bağırarak seslenmeye başlarlar... ‘Gördün mü gününü…’ ‘sen ha….’
Çocukluğumu travmaya sokacak kadar vahşi işte böyle bir av yaşadım, bugün aklımda kalan, köylünün birinin ağzından ayağının altındaki kurt’un kanlı başını ezerken söylediği şu sözlerdi: ‘bizim köyle baş edeceğini mi sandın?’
Tayyip Bey’le baş edeceğinizi mi sandınız?
Bu ‘av’ hikâyesi size bir şeyler hatırlatsın, içeri atmak için, karanlık tezgâhlarda adı geçenlerin ellerine kelepçe takılıncaya kadar, kendi aralarında gizlice işaretleşip sessizce beklediler, içeri atılınca, işte o zaman vadilerden dağların tepelerine naralar atmaya başladılar: ‘Sen ha… gördünüz gününüzü, kuruldu II. Cumhuriyet…’
İyi de ülkemizde yaşanan bir domuz avı değil, savcılar siyasetçiler gazeteciler de elleri tüfekli ‘avcı’ değil... Kardeşlerim, kimin lafıydı, içlerinde bu denli cezalandırma içgüdüsü olanların hukuku ahlakı olamaz, Zerdüşt’ün lafıdır, en yırtıcı hayvan: insan’dır...
…
Ancak yırtıcı hayvanlar gibi saldıran savcılar siyasetçiler gazeteciler savaşın değişmez kuralı şu açmaz’ı (handikap) çok önceden bilmek zorundaydılar: Savaşın bayrakları vardır, kimi mavi kimi kırmızı, futbolun da renkli formaları vardır... Renkler tarafları belirler, bilim adamları üşenmemiş hangi renklerin daha saldırgan bir futbola yol açtığını öğrenmek istemişler, sonuç malum: kırmızı...
Bizim takımın rengi kırmızı diye sevinmeyin, bu sonuca yapılan eleştiri çok kafa karıştırıcı çünkü ‘kırmızıyı’ gören rakip takım daha da saldırgan hale geliyor, bir demokrasi dersi olarak çık işin içinden bakalım...
Bu deneye bir eleştiri daha, aynı renkleri çiçek bahçesinde gördüğünüzde neden ‘saldırganlaşmıyoruz’ tam tersine sevinçli duygulu bir hal alıyoruz...
Yani öfkemizi kudurtan renkler değil oyun’un kurallarıdır... Oyunun ahlakı’na neşeyle uyulduğunda bir futbol sahası birden bir çiçek bahçesine dönüşebilir, aksine renkler sıcaklığıyla öfkemize kalkan olabilir...
Tayyip Erdoğan bey iki koyun güdemiyorsunuz deyip eğleniyordu, maşallah kendisi çok güzel yönetiyor, ilave edelim, iki koyun olsa tabii ki Tayyip Bey yönetir, örümcekler bitler tahtakurular yönetilmez, üstüne hukuk’un içine sızmışlarsa, hiçbirimizin şansı yok...
Duysun Tayyip ve yandaşları, müsabaka kültürü, çayır güreşinden ok yarışlarına top oyunlarına kadar tarihlerde ilk defa bu denli karman çorban düzensiz işin içinden çıkılmaz hale geldi, siyasetimiz hukukumuz gibi, hayırlı olsun, cemaatimize Amerikamıza ve Müslüman iktidarımıza...
Tayyip Erdoğan Bey iri ufaklı muhalefeti ortadan kaldırarak siyaset yapma tarzını çok sevdi, itiraz eden de çıkmadı, ancak ‘rakip’i yok ederek siyaset yapma tarzını aynı tezgahçı yöntemlerle ‘spor’a taşıyınca kirli düzenleri yıkıldı.
Çünkü spor müsabakaları her şeyden önce müsabaka’dır, yani maç için rakip takımın da olması gerekiyor, CHP’si MHP’si DP’si sahaya çıkma şansı bulmadan da Tayyip Bey siyaset yapmayı becerebiliyor, ama müsabakada bu mümkün değil...
Rakip takımın taraftarlarını jopla, rakip takımın hocasını futbolcusunu içeri tık, sonra hükmen galip gelip kendine Yeni Cumhuriyet’in Padişahı ilan et, sporda işlemiyor...
Ayıptır be hepimize ayıp, Ergenekon vb. davalardaki aynı tezgahları hiç yenilemeden aynı şekilde futbola taşıyıp netice alacaklarını sanacak kadar düşük bir zekanın kurbanı nasıl olduk, bu tezgahları fırsat bilip asıl biz kendimizi yargılayalım...
…
Ağaçları kökünden hızarla kesen profesyonel ormancılar dahi tam bilemez ağaç’ın ne yana düşeceğini, hesabınızı kesilen yöne doğru yaparsınız ancak yukarıdaki dallar ne tarafa ağırlığıyla bastırır ya da son anda beklenmedik bir rüzgar ne tarafa yıkar ağacı?
Bugünlerde on yıllardır her gün papağan gibi tekrarladıkları açılım, ileri demokrasi gibi lafları eden kalmadı, niçin, açılım ve ileri demokrasi hızarıyla önlerine gelen her şeyi kesmeye kalkan sözüm ona liberallerin her birinin tek tek üstüne İslam İmparatorluğu’nun önünü tıkayan İslam’ın kütükleri düşüyor, kuşkunuz olmasın bu kesilen ağaçlar’ın Müslüman kalasları altında ezilmeyecek tek kimse kalmayacak, yarından da yakın...
Polo oyununun kökeni Asya’dır, top diye ortaya atıp sopayla vurdukları insan kellesi’dir, bizim liberaller binlerce insanın kellesini itibarını hukukunu kişiliğini ayaklar altına alıp insanlıkla dalga geçtiler, yine de keyiflerine diyecek yok. Tam tersine, Amerika’nın kötümserleri liberallerdir, petrol, savaş, borsa her gün sinirlerini yıpratır...
İlkel vahşi Polo oyunu dahi bu kadar çok ‘kelleyle’ oynanmaz, siyaset yapabilmeniz için her gün ama her gün birkaç kelleyi sopalamak zorunda değilsiniz ve artık öyle bir gaddar tuzak kurdunuz ki her gün birkaç kelle almadan iktidarınızın ayakta kalması imkânsız...
Şimdi size bir ‘sonsuzluk’ sorusu: bir yazar kimden yanadır, savcılar, asker, medya, üniversiteleri vs. bir tarafa koyun, ahlak, hukuk, insanlık’ı diğer yana...
Geçtiğimiz on yıl içinde ABD’nin ve gizli ellerin ve cemaatin ve bilmem neler’in baş rollerde oynadığı bir büyük ‘yıkım savaşı’ ‘ele geçirme savaşı’ verildi.
Ve başta cemaat ve liberaller bu savaşı kazanmak için her türlü iftirayı, yalanı, suçlamayı, kanıtsız belgesiz manşetlere taşıyıp kara propagandayla savcıları, askeri, medyayı, üniversiteleri vs. ele geçirdi... Karun hazineleri gibi kurumlar’ı ‘kazandılar’ ama ahlak’ı insanlık’ı hukuk’u dünyaya beşikteki çocuklara kadar rezil kepaze olarak kaybettiler.
Aradan geçen yıllara rağmen suçladıkları, iddianame düzdükleri, tezgahladıkları hiçbir şeyi ispat edemediler, üstüne, henüz bir ‘yargı’ yok, hüküm verilmiş tek bir dava yok...
Sonsuzluk sorusu şudur, bir yazar, daha baştan, darbecilikle suçlanacağını bile bile, askercilikle suçlanacağını bile bile, kişisel hayatına iftiralar atılacağını bile bile, mahremiyetine saldırılacağını bile bile, ekmeğiyle işiyle oynanıp karnını doyurma imkanlarının elinden alınacağını bile bile, büyük bir kuşatmayla sesini duyuramayacağı bir kafese sokulacağını bile bile, söylediklerinin çarpıtılacağı, yapmadığı olmadığı söylemediği şeylerle karanlık bir tezgahın hücresine tıkılacağını bile bile, neden yola çıksın?
Hepinizin gözleri önünde cereyan etti, kimse yola çıkamadı, içerdekiler hariç, aksine, düzmece belgeleri servis yapan ajanlı gazetelere güle oynaya köşe oldular...
İnsanlık, hukuk, ahlak... yıkılırken neşeli oh olsun kahkahaları attılar... Şimdi patır patır dökülmeye başladılar, keşke bugünden olsun çark etmenin soylu bir anlamları olsa, değil, kendilerini dışarı atmak için bahane kolluyorlar, çünkü kanıtlanabilen hiçbir şeyin ortada olmadığı gerçeğinin (buna da şükür) kazığı yavaş yavaş onlara da girmeye başladı...
İşte bu karanlık tezgahların hepsi birden oldu, onlar ne kazandı, bizim elimize ne geçti?
Onlarca yıl uzakta yaşayan çok yakın bir akrabam hayatında hiçbir yazarla oturup konuşmuş tanışmış değil, yaptığım işi sordu, kağıtları, kitapları, hikayeleri, dergileri, cezaları, vs. oturup tane tane anlattım, sözü bitirdiğimde, bana sorduğu soru şu oldu: Bu işin avantası ne?
Bu işin avantası falan yok, bu işin avantası ahlaklı bir insan olmak diyeceğim, ama, avanta gibi mafya argosuyla ‘ahlak’ı aynı cümlede kullanmak çok yakışıksız...
Bu iftira ve işgalin tutuklamaları başlarken, herkes iç dünyasında kendine şöyle dedi: seni de bin bir iftirayla manşetlere çekerler ve sen ölürsün. En yakınındaki ailen dahi yahu demek böyle sapıkmış böyle hırsızmış böyle illegal işlerin içindeymiş gibi şüpheler’in içine düşer mi düşer... Seni savunan, seni tanıdığını söyleyen, senin macerandan habersiz tek kişi kalmaz.
Düşünün siz ölüp gitmişsiniz ve ardınızda kalan herkes size atılan iftira ve suçlamaların şüphesi ya da gölgesiyle cesedinizi kurtçuklayıp leşleyip konuşuyor...
Evet herkes seni tezgahçıların resmettiği gibi konuşabilir Köşede kıyıda sessizce buluşup konuştuğumuz her arkadaşla aramızdaki son cümleler hep şu oldu: her şeyi gören bilen Allah var.
Ve ve ve ve gerçekten o güne kadar tasavvuruna akıl sır erdiremediğim Allah denen şeyi arkadaşlarımla ilk defa bu denli derinden gaipten hissettik. Gençliğimin ilk gününden beri bilip konuştuğum ‘iman’ denilen şeyin kokusunu sanki o gün yıldız tozları gibi nefesimde hissettim...
Bu ne büyük lafdır: yukarda Allah var... Allah dışında herkes arkandan iftiralarla konuşuyor, arkadaşlar, ailen, medya, savcılar, herşey aleyhinde, bir Allah var yukarda, sen ve Allah...
Onların elinde seni tutuklayacak aleme arkadaşlarına ailene iftiralarla bin türlü rezillikler içinde sunacak ‘güç’ var, senin elinde ise sadece Allah var... İşte bunun adı: Allah’ın İpi’dir...
Diğer adı Allah’ın Asası... Allah’ın Asasına tutunanlar, dünyevi ölçülerle maddi olarak kazanır mı kaybeder mi bilmem.
Ama iman şudur, Allah’ın ipine tutunanlar, renkleri, çiçekleri, insanları, acıları, kederleri, türküleri, yalnızlığı, bulutları, toprağı, nefesi, olup biten dönen şeyleri daha başka görür, kazancı budur, yaratılmış canlı cansız şeyleri daha içinden tanır ve insanı ayakta tutan direniş denen şeyin lezzetleri hazz’ları haline dönüşür...
Şüphesiz bu duyguyu içimize kök salanlar şimdi içerde direnen onurlu insanlar, tarihlerde en zor günlerde Allah’ın ipini terk etmeyen evliyalar, ezberimizle beynimize kazıdığımız duygusal ifadelerimizi güçlendiren şairler, dünyanın ve coğrafyanın dört bir yanından sahipsiz efendisiz güzellikleri binbir rengiyle işkencelere karşın bize ulaştırmayı başaran soylu sanatçılar...
İman’ın özü budur ve aslında bu duyguların en köklü halinin Müslümanım diyen insanlarda olmasını kim beklemez?
Konferanslarımda çokça anlattığım meşhur bir fıkram vardır, eski evlerimizde fare kapanları olurdu, zehirli peynir parçası ya da buğday koyulurdu ve bıçak gibi keskin çivisi ve içine gireni sert yayıyla sıkıştırıp boğan basit ama paslı demirden bir düzeneği olurdu...
Bir gün bir geniş evin içinde bir muhabbet kuşu odalardan odalara gezerken, karanlık helanın önünde bir fare kapanı görmüş, daha önce fare kapanı görmediği için, merak edip sormuş, sen burada ne arıyorsun demiş fare kapanına...
Fare kapanı, ben temiz bir Müslümanım, zaman zaman böyle insanlardan uzak karanlık yerlerde inzivaya çekilir Allah’a zikr ederim, şükür ederim...
Peki, demiş muhabbet kuşu, şu üstündeki demirden çivi ne oluyor? Fare kapanı, ha o mu, o Allah’ın asasıdır, biz dua ederken zikrederken şükrederken Allah’ın asasına tutunuruz, Allah’ın Asası demek Allah’tan başka hiçbir kazancın peşinde olmamak demek, kısaca Allah’a giden yol demektir.
Peki, demiş muhabbet kuşu, önünde bir buğday tanesi var, onu yemiyor musun?
Fare kapanı, biz azla kanaat eden mümin Müslümanlarız, birazcık yer, gerisini bir aç bir Allah’ın fakiri gelir diye ‘misafirlerimize ayırırız’ demiş...
Muhabbet kuşu, öyleyse ben de açım, yiyebilir miyim, demiş...
Fare kapanı, tabii buyur, afiyet olsun, ne demek, siz o buğday tanesini yerseniz Allah bu ikramımız için bizi daha çok sever...
Muhabbet kuşu hemen yemiş buğday tanesi. Tabii buğday tanesine hamle yaparken, tuzağa düşmüş ve fare kapanının çivisi boynundan kazık gibi girip kuşu öldürmüş...
Muhabbet kuşu can çekişip ölürken, başını kaldırmış fare kapanına: ‘Ulan fare kapanı, şu kanlı kazık çiviyi bana Allah’ın asası diye sattın ya, şu zehirli ağulu buğdayı bana ‘Müslümanlık’ diye yedirdin ya…’ demiş...
Otuz yıldır ekranlarda gazete köşelerinde bu başörtüsü bizim inancımızdır, biz Müslümanız, biz inananlardanız diye aralıksız konuşanlar, sonra bir gün iktidar oldular...
Önlerine gelene iftira, önlerine geleni içeri tıktılar… İçlerinden tek bir temiz Müslüman çıkıp, yahu ne oluyor, haksız hukuksuz belgesiz kanıtsız yaptıklarınız zulümdür, gaddarlıktır, hala diyemiyor…
Sonunda hepimiz anladık ki inanç inanç dedikleri Müslümanım, Müslümanız diye diye bu toplumun boynuna geçirdikleri, pis bir fare kapanının kanlı çivisiymiş...
Oysa bu toprakların tertemiz Müslümanları bilir ki inanan insanlar Allah’ın ipine bağlanan insanlar, Allah’tan başka kimseden korkmaz, Allah’tan başka hiçbir güce boyun eğmez…
Halkımız hepimiz yer gök aldandı, tarihler döndü ve tarihlerde eşine rastlanmaz bir tezgah ortaya çıktı, onların Allah’ın ipi dedikleri, savcıların ellerindeki Domuz Bağı’ymış...
Fikrimce, iktidarı ele geçirince artık Allah’a ihtiyaçları Allah’tan öğrenecekleri bir şey kalmadı, muhabbet kuşunun öğrenmesi gereken, siyaset felsefesi yine doğrusundan zırnık şaşmadı, sağ’ın Allah’ı: Devlet’tir...
…
Yazarların annesi de sütü de ‘ahlak’tır... Bebeklerin oyuncak bebeklere sarılmalara açlık kadar derin bir şefkat duygusudur. Hatta kucaklanmaya yemekten daha fazla ihtiyaçları vardır.
Bebeklere oyuncaktan anne yapın, kumaşı, ipek, keten, bez, farklı farklı olsun, tercihleri hep ‘havlu gibi’ yumuşak olanlardan olmuştur, daha da ötesi var...
Bilim adamları deneylerini daha da ileri taşıyor, oyuncak anneyi bu sefer tamamen dikenlerden yapıyorlar.
Bebeğin bir çok farklı oyuncak arasında, havludan şirin parlak renklerden ayılar maymunlar tavşanlar olsa da tercihi yumuşacık olanlardan değil, dikenli de olsa dikenli oyuncak anne’ye sarılmak oluyor...
Yumuşacık kuzuların ciğerini seven liberal akbabalara bu hikaye ne anlatır bilmem...
…
Uzay aracı içinde astronotlar birbirlerini duymaz, çünkü ses’i iletecek hava yoktur. Feci olan bugünler itibariyle toplumun konuşan tarafları arasında sansür yüzünden tam anlamıyla hava boşaltıldı... Afrika’nın Uganda’sında bile hatta balta girmemiş ormanlarında on üç yaşındaki çocukları asker yapıp savaşanların dahi ‘muhalif TV’leri var, Türkiye’nin yok...
Havasız, cemaat ya da tezgah odalarında büyüyenler ise tek ‘konuşan’ ‘sesi duyulanlar’ haline geldi...
Ancak aynı astronotlar birbirini görür, çünkü görüntü ışıkla ilgili, ışığı da izole edin, göremezsiniz, evet, ışık da izole edildi ve gözünüz aydın karanlık hepimizin üstüne çöktü...
Oysa ‘renkleri’ görebilmeliyiz, ışığın değdiği her şeyin içinden ne geçiyorsa, mesela çiçekler ona göre renk verir...
Bugünler itibariyle hiç kimse bu havasız ve ışıksız ortamda hala niye yazıyor anlayamıyorum, kendinizi ve renginizi ifade edemedikten sonra, niçin varız, niçin yaşıyoruz?
Daha da ötesi, görünmez bir anayasa çoktan ilan edildi, iktidara karşı gelen, iktidarı takmayan, otoriteyi dinlemeyen kim varsa çoktandır zararsızsa psikopatlıkla tehlikeliyse özel yetkili mahkemelerce mahkum ediliyor...
Yani yepyeni bir RUH SAĞLIĞI anayasamız çoktan kabul edildi. Bu görünmez anayasaya göre ortaokul kantinindeki fiyatlara itiraz eden 13 yaşındaki çocuktan bize kadar hepimiz ya psikopatız ya Ergenekoncuyuz...
İktidar ve yandaş medyası Ergenekon, Balyoz ve Odatv davalarına sağır. Oysa, ses fiziksel bir gerçekliktir, ben sağırım ‘do’ sesini ‘mi’ sesini tanımam diyebilir misiniz, açın medyanın yetmiş TV’sini bal gibi diyorlar işte...
Kardeşlerim, ilk insan toplulukları hatta bizim köyde dahi insanlar konuşmak için yakına gelmek zorunda değildi, uzaktan yüksek sesle anlaşırlardı...
İnsanların yan yana gelme sebebi çok başka, daha ‘kederli’ ‘duygusal’ ifadeleri yüzümüz mimiklerimiz yansıtsın diye… Bir hercai laf vardır insana en zalim her şeyi yaptıran şey parasızlıktır diye, değil, insana en gaddar şeyleri yaptıran şey konuşamamaktır, kendini ifade edememek, derdini anlatamamak...
Yan yana gelip sesimizi duyuracak bir TV’yi dahi acımasız özel yetkili adalet terörü yüzünden inşa edemiyoruz, kış geliyor konuşamıyoruz, yaz geliyor konuşamıyoruz, hadi konuş, Ergenekon’dan içerdesin...
İnsan evladına en ağır gelen şey, konuşamamaktır, şu dağın ardındaki yıldız bu gece hangi mahalleden hangi kızı öpüyor diye dahi laflamıyoruz, bunun adı kayıtsız şartsız işgaldir.
İşgalin askersiz silahsız ve çatışmasız çok ucuza getirildiğini düşünmeyin, hem cemaat hem ortakları ajanlarının kullandıkları ‘teknik’i takdir etmemiz gerekir, öncelikle belki de tüm tarihimizin en büyük markasını yarattılar: Ergenekon.
Dünyada hiçbir ürünün reklamı bu denli başarıyla piyasaya sürülmedi... Bir zeka eseri olarak ABD’li yaratıcılarını ne kadar övsek azdır. Bizlerin canlarına yüzlerce insanın hayatlarına mal oldu ancak liberal solcuları da çok eğlendirdi akıllarını başlarından aldı, Türkiye’de her taşı yerinden oynattı.
Bütün içtenliğimle söylüyorum aylarca yıllarca adalet bakanlığı koridorlarında ve cemaat emniyet odalarında harıl harıl çalışıp harikulade bir iş başardılar...
Ancak bir daha ki sefere kahramanlarını gerçek değil çizgi kahramanlardan seçmeleri demokrasi ve kendileri açısından daha akıllıca olur, çünkü Ergenekon markası için tarafsız habersiz günahsız rahipleri de Hrant’ı da Danıştay gibi nicesini de katletmek zorunda kaldılar...
Bir daha ki sefere çizgi kahramanlarını tercih ederlerse gerçekten iyi olur, daha akılcı daha acısız olur. Ergenekon markası için tam tersine canlı yaşayan düpedüz insanları göz göre öldürdüler ve bize insanlık ve hukuk önünde soğuk kaskatı bir intikamdan başka şans bırakmadılar...
Nihat Genç
Odatv