Sefiller
Pazar, Kasım 11, 2012
Dün öğrendim bir hafta önce ölmüş, kimsesizler mezarlığına kaldırılmış hurdacı Özcan ağbi. Özcan ağbi elli kilo var yok Ankara’nın en hırpani adamı, suratı eski tozlu kısmen kurtlanıp yırtılmış kararmış eski kağıtlar gibi. İki büklüm sakallı bir sinek kadar zayıf, tam bir dilenci. Bu yazın meşhur elli derece sıcağında dahi çıkartmadı kirden kararmış paltosunu yağlanmış bir kat tozlu kalın ciltli kitaplar gibi. Ne zaman sahafa gitsem kalın paltosu içine sivrisinek kadar küçücük başını çekmiş, sigarasını içiyor oluyordu.
Daha iki hafta önce Kızılay’da yıkılan Fransız Kültür inşaatının cadde tarafı kaldırımında yere birkaç kağıt mendil koymuş satıyordu. Eski topçu menecer arkadaşlarla önünden geçiyorduk, çömeldim, kulaktan kulağa sağda solda bir şey var mı diye konuştuk, arkadaşlar bir yazarın bir dilenciyle kulaktan kulağa böyle hararetli dakikalarca ne konuşur sorusuna, bizim de menejerlerimiz bu hurdacılardır, şakayla karışık geçiştirdim.
Hangi işi yapsa sırtındaki palto ve ağzındaki marlboro sigarası üniforması gibiydi, hangi iş, her iş’in bir fırıldağı, her fırıldağın bir nam salmış ustası vardır, hurdacıdan ne bekliyorsunuz tiyatroya kokteyle giden beyler gibi giyinemezdi, çek senet tarih imza kravat banka kredileriyle çalışamazdı.
Özcan ağbi öldü onu tanıyanların hafızasında meşhur kaskatı kirli paltosu ve fırıldak dümen hikayeleri hiç ölmeyecek. Hurdacılığında kitaptan anlarım havasıyla ağır bilmiş konuşup kılığından çok başka bir soyluluk verirdi, en çok da bir zamanlar neymişiz havası, insan hayal edemeyeceği yere palavralarıyla kestirmeden gidebilirdi, ağzın laf yapabiliyorsa bir hurdacıyı soylu bir İngiliz lorduna dönüştürebilirdi, bu lafların ne kadarını yiyorsan o kadar kerizinden müşteri namzeti değilse dinleyicisi olabiliyordun.
Sahaflara, sabahları sokak sokak topladığı kitapları çuval hesabı torba hesabı üç-beş liraya satardı. Müşteriliğin de bir ahlakı vardır, Özcan ağbi’den kitap almaz satmasını bekler sonra sahaftan alırdım. Bir roman dolduracak kadar öğleye doğru henüz kapısı açılmamış sahaf önlerinde sıkılmışlığım laflamışlığım çoktur, konuşmaları 60’lı yılların Türk sineması saflığında kalmış, yarısı palavra, yarısı sıkı hikaye, yarısı boş hayaller, yarısını yemiş yarısını yutmuşumdur, yarısı kaymış bir hayatın iltihabı, uflar puflarla zehir gibi çaylarla deşip irin irin patlatmak gibi, ama neyi anlatsa hala fare avlayan bir sinsi tezgah kurgusu çakal tuzağı kokusu doluydu.
‘Hadi bırakayım sana on liraya’ dese de bir puştluk vardır bunda diye çekinir temkinle aşağıdan alırdım, çantasındaki değil kitapları, katlanmış kağıtları bile telaşla incelerdim, başka neler getirmiş meraktan çatlardım. Özcan ağbi’yi kapıda gördüğümde merhabadan önce heyecanla ‘mal var mı?’ derdim, elindeki siyah buruşuk kirli torbaları gösterir gizli elmas ticareti yapan Yahudiler gibi sinsi sırıtan bir suratla ‘birşeyler var’ derdi o şehrin lağımlarından sorumlusu ben de fare leşini bekleyen tekir kedisiydim.
Ve bizim için gün şöyle başlardı, torbaları açıp tek tek dergi kitap kapaklarına, içine bakıp, bir nevi çöplük ayıklardım. İşte orada laflardık, bazen bir kitabı gerçek bir maden bulmuş gibi bataklık çamuru pisliğinden elmas yüzük bulmuş gibi enine boyuna çevirir, incelerdik, yanımda Özcan ağbi sigarası elinde sinek kadar küçücük kafasını salyangoz kabuğu gibi paltosunun içine çekilmiş, ben kitaplara vay be diye naralı heyecanla baktıkça o eski sokak bitpazarı seferlerinden bir bir maceralar anlatırdı.
Ya helal olsun Özcan ağbi, derdim, nerden buldun bunu, bu var ya, en az dörtyüz lira. İşte o zaman milyon ayrı gün milyon ayrı tanesinin hep ayrı hayal kırıklığını yaşadığı boş umutlardan birini daha, kitap yığınları yanında gizlendiği çalılıklardan başını çıkartmış yaşlı bir kaplumboğa gibi, sigara üstüne sigara, siyah naylon torbasının başında beklemeye koyulurdu, ve sonra şöyle tekrarlar olurdu, hayal basılmış sigarasını üfler, ‘dört yüz vermezse bırakmam.’, ‘üçyüz de olur ama aşağı bırakmam…’ Sahaf dükkanı açıncaya kadar beynindeki pazarlık ‘on liraya’ kadar piyasayı düşürürdü, düşürdükçe omuzları küçülür, kalın paltosu içinde ensesi kat kat giydiği kirli gömlek yakası görününceye kadar diplerde kaybolur tozlu rafların önünde başka bir alem içinde saklanırdı.
Hurdacılar, ölmüş profesörler, Yargıtay üyeleri, eski milletvekilleri kokusunu haberini bilmem nasıl başarırlar hemen alır adreslerini görünmez cinler gibi bulurlar. Çoğunun ailesi kitaplardan kurtulmak için önüne çıkan hurdacıya çok az para karşılığı verir, çoğu kitaplarını değerlendirmek için soruşturur, hurdacılar vasıtasıyla kütüphaneyi topyekün pazarlıkla iyi bir fiyata satmak ister. Ama asıl ahlaki kural, kitap sahibiyle ilk konuşup pazarlık yapanın öncelik hakkı vardır, diğer sahaflar izin almadan devreye girmez, hatta ilk önceliği olana nakit yardımı yaparlar, yeter ki kütüphane düşsün, yolu adresi sokağı gösterip bulan hurdacı da üç-beş kuruş kırıntısıyla ve iş bitirmenin esnafçılık havasıyla geçinir, ortak bir kütüphane düşürmüş olmanın mesleki dayanışması hurdacıyla sahafın aynı ekmeği yedikleri esnaf kardeşliği ruhlarını büyütür.
Asıl macera sahafın ‘kütüphaneyi bir görelim’iyle başlar, akademik mesleki ders kitapları, piyasa kitapları, eski yazılı ayrı değerlendirilir, içinde değerli kitaplar yoksa çoğu sahaf hurda yüküne girmez alışverişten çekilir. Ama hurdacılar için her ıvır zıvır her eften püften en değersiz hiç değersiz şeyler ele gelen tutulan her kağıt parçası ‘mal’dır, depo ya da dükkan sahibi olmak hurdacıyı sahafçılık statüsüne yükseltir, deposu olmayıp cebinde nakit alım için peşin üç-beş bin lirası olan hurdacılar da kendini sahaftan sayar.
Kütüphaneyi ilk görmeler’in serüveni bitmez, sürprizlere açıktır, bilinmedik az bulunur eski değerli kitapların çıkma ihtimali her sahafın hurdacının rüyasını süsler. Çoğunlukla yolunuz hüsrana çıkar ya da sırf eski yazı diye kitap sahibi çok değersiz diyelim Hüseyin Rahmi’nin Osmanlıca kitaplarını bir şey sanıp insanı güldürecek kadar çok para ister. İşte sahafta günboyu böyle şeyler konuşulur, ama en çok, kitap repertuarından ölen kişinin karakteri hatta gizli maceralarına kadar mahrem ve mesleki kariyer yorumları yapılır, evlatlarının (varislerinin) kitaplarının değerini hiç bilmeyip ziyan ettiği dilden dile anlatılır, dünyada tüm nesneler içinde satışa geldiğinde en büyük değer kaybeden tek nesne kitaptır, sadece kitap mı, babanın dedenin kitabına değer vermeyen her evlat sahafın gözünde büyük insanlıktan düşer.
Eski kitapçılık adı üstünde insana sabrı öğretir. Yeni baskı kitaplar ok yemiş ceylan gibi piyasaya çıksa da, sahafın sarraflığı, o kitabın taze raflarında can çekişmesi, sonra nüshalarının tükenip unutulması, sonra cildinin soyulması sayfaların dağılması, sonra küflenip kurtlanıp kağıdının kıtırlaşmasını, zamanı bir dikişte unutup tilkinin kürkçü dükkanına gelmesini beklemesini bilmektir.
Hurdacılıkta ‘kütüphane düşürmek’ en sansasyonel kavramdır, aslında hurdacıların yaşamları günlüktür, pılı pırtı giyinir pılı pırtı ıvır zıvır satarlar, gün, hergün uçurumun kıyısı gibidir. Boğaz tokluğu birkaç liraya hergün muhtaç olmak hurdacının piyasasını onbinyıldır en düşük yerinde tutar. Birkaç lira, bugün yarınki güne dikiş tutsun, merdiveni olsun, bugünü yarına bir lokmayla tuttursun, ayağımızı yürüyecek kadar sokaktan kesmesin diyedir.
Bu piyasa her gün ‘ne verirsin’e çıkar. Bugün karnımız doysun yarın Allah kerime, çıkar. Çöple hurda arasında ‘değer’ farkı kalmaz. Müşterisi olmadıktan sonra birgün çöp hurda, birgün hurdalar çöp olur. Alıcısı gelene kadar hastalıktan kangrenden derisi kararıp pörsüyüp gebermiş bu çok yorgun ihtiyar kitapların değeri bazen yüz yıl geçse de hiç çıkmaz, firavun mezarı gibi kara kaplı kitapların üstüne birkaç kat toz mumyalanıp katmanlaşır cilt iplikleri çürüyüp püskülleşir yine de kapıdan milyonlarca insan geçer tek bir geleni gideni çıkmaz.
Gündelik alışverişleri taş çatlasa otuz-kırk liraya çıkmaz, gelin görün ki hepsi ellerindeki iki naylon torba kitapla tarihin en büyük tüccarları havasındadır. Umudun hayalin buluşun rastlantının tesadüfün beklemenin hiç tükenmeyeceği tarihin en eski piyasasıdır, her Allah’ın günü kader kısmet talih, elmasdan değerli bir kitap düşme ihtimali hep vardır, hurdacılar bu yüzden hergün çöp kovalarına durmaksızın boşalıp akan nehirler gibi sokakların akıntısında beklerler.
Bu piyasayı en eski pazarların masalsı yasa haline gelmiş inançları ayakta tutar: yangın çıkar, fırtına gelir, ev yıkılır, insanlar başka memlekete kaçar, sonsuz kalabalıklar tesadüfler içinde biri mutlak karşına çıkar, bu hayat kanalizasyonun içine elini uzat, bir satılacak şey, farenin ağzından mutlak inci bir diş eline gelir, hurdacı böyle yaşar.
Ve beş kuruşsuzluk Sahafla kurdukları esnaflığı yoksulluk feleğinden mecbur kadirşinaslığa dönüştürür, üç lira beş lira, olsun yarın yine gelecek yarın yine yüzüne bakılacak, zorunlu bir bağımlılık ilişkisi, bu yüzden, yeri gelir el değmemiş kitapları dahi birkaç liraya burnundaki sümüğü yol ortasına fırlatır gibi sahafa atar giderler.
Elde kalmış satılmamış kitap hurdacının ruhunu yıpratır elini yakar hayata küstürür, hurdacı eline geçen her şeyi birkaç saat içinde çıkartmazsa ölür, bulduğu gibi el bombası gibi fırlatıp atmak ister, hayat sıhhati, topla, bırak, topla, bırak, ritmiyle yerine gelir, çöpe altın, zamana saklamaya yarına bırakmaya tükrüğü kadar kıymet vermez, çünkü hurdacının bütün serveti iki elinin kaldırabileceği kadardır, iki elin her gün boşalması gerekir aynı eller yarın başka torbalar taşısın.
Bir sahaf kapısında hurdacı sahaf alışverişine şahit olmuşsanız hurdacıların kitabın içini çok ta merak edip açmadıklarına şahit olursunuz, hiç anlamazlar demeyin, hayır, asıl endişe yüzyıldır birbirine yapışık kaynaşmış kitap yapraklarına zarar vermemek içindir. Kitabı buldukları gibi duruşu pozunu hiç bozmak istemezler. Hatta üstündeki tozları bile ellerine dizlerine şöyle bir vurup temizleme bu meslek için zararlıdır. Yeni bulunmuş hiç kapağı açılmamış oluşu, el değmemiş dokunulmamış oluşu gizemli bir antik değer katar. Eskiliği bozmak kitaba en büyük saygısızlıktır.
Hırsızlama aşırma hurdacılık değildir çünkü yarın yine aynı sokaktan güven içinde geçecektir, ama terkedilmiş dışarıda uzakta ortada korumasız bırakılmış her şeyi sahiplenirler, daha doğru bir cümle, beleşin kelepirin tadı bütün çağlarda başkadır, kerizlik her dinde bol miktarda mevcuttur.
Hurdacı kitaba cımbız parmaklarla dokunur, tozunu üflemeye bile çekinir, kitabın üstündeki kir, nem, pörsümüşlük, şişmişliği, solmuş sararmışlığı, küflenmişliği, iğne iğne delikli böceklenmişliği, hepsi kitaba asalet katar. Kitabın içeriğinden çok zamanla girdiği yıpratma savaşından ne kadar az ziyanla çıkmasının gururuyla yaşar.
Eskiyen eskiten zamanın değerlediği bu bitpazarının avcı toplayıcıları ve insanlığın en eşsiz en değerli bahçesinin bahçıvan yamakları hurdacılardır, çoktan ölmüş o muhteşem yazarların beş kuşak sonra dahi kimbilir tesadüf izlerini süren periler cüceler gibi hergün sokaklardadır.
Kitabın değeriyle fiyatlanması kazıklanmayla ilgili hile hurdalık sahafın merhameti el göz ayar terazisinin bozukluğunda ya da düzeltelim cümlemizi iş bilirliğindendir, daha da düzeltelim insafına kalmıştır, unutmayalım her alışverişte hem cezbedicilik hem de kumar tadı vardır, sahafın da hakkını yemeyelim, girdi mal’ı çöp’tür, çöpü değerleyip mallaştırır.
Hurdacılar sahaflar için sokak istihbaratçısı gibidir, kim kitap satıyor hangi tür ağırlıklı satıyor, kim taşınmış, kim elden çıkarıyor, kim ölmüş haber onlardadır, her Allah’ın günü bir kitap alışverişi olmasa da birkaç saat laflayıp birbirlerini gizlice sorguya çekerler, bu dedikodular sahafla hurdacıyı samimi çaylı kahveli hoş arkadaşlık içine sokar.
İşte kırk yılına yaklaştığım bu sokaklarda beş-on renkli adamdan karikatüre en benzeyeniydi Özcan ağbi.
Her insanın bir ‘mottosu’ vardır yani ağzından düşürmediği hayatı özetleyen bir kısa cümle, Özcan ağbi’nin ağzından hergün işitirdim, Fransızca yazılışı nasıldır bilmem, söylediği gibi yazayım: A be la ven ku, doğrusuna sözlükten bakın, Kahrolsun Mağluplar, demek.
Özcan ağbi için Kahrolsun Mağlup demek bir sürü kütüphane düşürmek içine girmiş, tezgah dümen bir çok fırıldak çevirip şansını kullanamamış bu yüzden kahrolsun, demek. Dümene girmiş bir adam mutlaka kazanmalı asla mağlup olmamalı, eğer eline yüzüne bulaştırmış köşeyi dönememişse, işte o zaman kahrolsun mağluplar, kahrolsun beceriksizler der gibi.
Ama başka bir şey de var Kahrolsun Mağluplar deyişinde, artık büyük düşler büyük dümenlerden yorulup tövbe edip, sıradan birkaç eski dergi kitap bulup yetinen bir hayatı kabullenip en basitiyle yaşayınca, fırıldakla yaşadığı günlerinin ta baştan mağlup ve yalan olduğu, işte sıcacık çayı avcunda, sigarası ağzında, cebinde birkaç lirası, dostlarıyla her gün bunları konuşurdu, en azından bizim ‘sefil hırpani’ dediğimiz bu hayatta, hiç isyan pişmanlık dile getirmeyişi durulmuş oturmuşluk rahatlık mı, böyle gözle görünmez elle tutulmaz şeyler konuşurduk.
Fırıldaklarından çıkarttığı hayat dersi şuydu, her dümen mağlup olur, her fırıldak hüsrana çıkar. Oysa sıradan basit birkaç liraya yaşayan ‘mağlup’ olmaz. Belki böyle belki başka sahaf esnafıyla karşılıklı bir çok felsefi analizini hala yapar dururuz Kahrolsun Mağluplar’ın, ama belki de en çok sahafta aydın akademist insanlara hava olsun diyedir böyle Fransızca kalıplı laflar etmek, belki de sahafçılık atmosferi zorluyor klas yüksek konuşmaya.
Anlattıklarından hatırladığım, amcası İstanbul’un meşhur Parmaksız Hıfzı. Birinci sınıf sosyete zengin muhit cepçisi, ki, Özcan ağbi gibi dibe vurmadı, köşeyi döndü.
Az bir emek değildir, herkesin yemek artığı cılk çorba döküp tükürdüğü çöp kovasını, önce gözleriyle kurcalayıp sonra kibarca elleriyle kulaklarından tutup çıkartıp, usulca silkeleyip, unutulmuş eski bir filozofun kitabını yeniden kıymetleyip, başka bir çağda yeniden uygarlık bahçesine sokmaları.
Bu sanat değil mi? Ne çok unutulmuş yazar yeniden geldiler aramıza ikinci hayatlarına, bu yoktan var eden sihirbaz marifetlerin en büyüğü değil mi? İçi oyulup demir telinden iskeletle kurutulmuş eski kartal şairleri, bir daha heybetli tepelere taşır gibi her gün yüksek raflarında baş köşeye yerleştirmek, her insana ve bütün uygarlığımıza en soylu duyguları öğretmez mi?
Hurdacının ‘vole’li hayalleri bitmez kendileri düşmemek için, sonunda birkaç liraya birkaç ıvır zıvıra bu basit hayat için razı gelip kabullenmiş insanlar işte gerçek hurdacılardır, ne kitabın değerini ne büyük vole düşünürler, onlar durmaksızın karın tokluğuna her gün çöp taşırlar sahafçı meslekdaşlarına.
Yine de Özcan ağbi yerde kağıt mendil satacak kadar düşse de meslek kibrinden zerre taviz vermedi, beni görünce kaldırımda hala ‘şöyle bir kütüphane var, şu kitaplar var, biraz zaman ver bana’ yalandan olsun.
Yarısı palavra ama nerden baksan eşsiz bir macera, yine bir yollara düşme öyküsü, ama inanın, parası içeriğinden çok, bu kitabın peşine takılan bu bitmeyen serüvenin kendisi güzel. Topladığı bulduğu kitap değersiz olsa da o kitabın bulunuş macerasına öyle bir senaryo çeker ki kitabı anında satın alıp bir de beş-on nüsha kopyalarını ciltleyip süslesem diyen düşlere dalarsın. Böyle kitaplar çoktur kimden geldi kim buldu kimin kütüphanesinden çıktı bu üç günlük dünyada başından geçenler, içeriğinden güzeldir, sırf başından geçen macera için alınır okunmadan raflarda kuşaktan kuşağa birinci sınıf ağır misafirler gibi tutulur.
Sahaflık mesleğinde değersiz kitapları hikayeleştirme maceralaşma sanatı şehirli bitirim okumuş birazcık da Cingöz Recai gibi fırıldak bir kültür ister.
Özcan ağbi’de fırıldağın bini bir para, hangi dümenini anlatsan film olur, ya da argo tabiriyle bizi yedi, ya da muhteşem üçkağıt öykülerinin baş rolündeki hayatı işte bu hikayeleri anlatıp anlatıp sorguladı.
İtfaiye meydanında zamanında (hala seksenbeşinde yaşıyor olmalı) dünya güzeli bir eski kitapçı namı diğer Cino dayı vardır, Özcan ağbi Cino’nun deposunda onbinlerce eski yazma kitap görür bayılır.
Bir fırıldak kurar, Cumhurbaşkanlığı muhafız alayından emekli bandocu, kimsesi yok, evlenmemiş, Osmanlı para, kitap eski eşya toplar bir yakını vardır. Eski kitap işi tabela, asıl işleri ‘vurgun’.
Özcan ağbi bandodan emekli arkadaşını Cino’ya yollar (ismini vallahi unuttum), Cino’ya elimizde bir stradivaruis kemanı var, büyük vole, keman Özcan’ın elinde, ne para istiyorsa çekinme ver, büyük iş deyip ikna edip yemi atar.
Cino, Özcan ağbi’yi bulur, kemanı sorar. Özcan ağbi, vallahi para istemem ben kitap hastasıyım, sende kitap çok, ikibin kitap verirsen, sana kemanı veririm, binbir gece masalı gibi.
Özcan ağbi depoya girer kitapları sayarak atar, anlatımına tüm Ankara sahafçılarını inandırdığı şekliyle, Özcan ağbi, ikibin kitabı elleriyle üç beş sayıp atıp sayarken çaktırmadan el marifeti sayıyı beş bin yapar.
(Sonra bu kitapları halen yaşamakta olan Ankara’nın en namlı sahafı Külüstür Turgut’a sattığı söylenir.)
Cino dayı, kitapları verir kemanı alır, İstanbul’da İzzet Günay’ın antika dükkanına gider, İzzet Güney, kemanı görür, sıradan her yerde bulunan elli yıllık bir keman olduğunu söyler, Cino’nun dünyası yıkılır.
Önce inanmaz, kemanı kime gösterse, dümene geldiğini anlar. Yani Cino kumpasa gelmiş bir uyduruk keman uğruna koca kütüphanesini kaybetmiştir.
Bu tezgahtan sonra Cino’nun kitap işine soğuduğu söylenir. Özcan ağbi’nin meslek kariyerindeki dönüm noktası işte bu hikayedir, sonu hüsranla bitse de kumpasın tilkiliği senaryosunun güzelliği ve anlatımı halen sokaklarda sürünen Özcan Ağbi’ye bir yüksek bitirim statüsü katar.
Özcan ağbinin babası Ulus Heykel Önü’nden Bahçeli semti ringinde dolmuşçuluk yapan Ankara’nın en matrak şoförlerinden, 40’lı 50’li yıllarda tanımayan yok, meşhur ‘hidrolik Hasan’, 46 model fordunu anlata anlata bitiremez bu da ayrı renkli bir eski Ankara hikayesi.
Tuhaf olan Özcan ağbi’nin hayatta başka bir yakını akrabası yok, sırf bu yüzden etrafında dedikodular sürer, Özcan ağbi’nin doğduğu semt İskitler’de Yahudi mahallesi, bazen en yakın sahaf arkadaşları bile ya da son yıllarda isim soyad’dan çıkarım yapmaya meraklı kitapları okuyanlar yahu Özcan ağbi sahipsiz bir Ermeni çocuğu mu diye söyleyenler de vardır.
Hangi telaş içinde olursam olayım Özcan ağbi, şöyle bir kitap var elimde dedi mi dünyalar değişir, ama bilirim, aslında bana soylu bir davetiye çıkartıyor, tavlasına muhabbetine, oltasını meraktan ölen beynime zarf atıp tıpış tıpış ayağına çağırıyor, götünden ayrılmamamı başarıyor, Tunalı’da Tunalı Pasajının bodrum katında, dışarıda bahar havası, Ankara’nın en havalı sokağı, birbirinden güzel su gibi kızlar geçiyor, insanlar keyifle kafe önlerine şekil oluyor, ben, gün boyu iki kat bodrum altında Özcan ağbi’nin yanına Özcan ağbi gibi solucan gibi kıvrılıp bükülüp laflıyoruz, çok felsefi psikolojik gayretler gösterdim, bu fotoğrafta geçen otuz beş yılı anlayamadım, belki aynı fotoğrafın arabını da görmek lazım, ona da satırlarımın içinden siz bakın.
İşin gerçeği çöplükte eşiniyoruz ama en cins Fransız şarabları içiyor havasındayız, bir şekilde üç-beş lirayla o sürünüyor, ben peşinde teliflerimi alamadan, işte dayandık altmışlı yaşlara, hala kelimeleri zihnimizden değil burun deliklerimizden soluklarla geçiriyoruz.
Her katlanmış kağıda bir bokmuş gibi şehvetle saldırdık, ne oldu, sonunda ikimiz de kaldırımda sattığı selpak kağıt mendillerin yıllarca kapı kapı topladığı kitaplardan daha değerli olduğu bir dünyaya düşüp öcüler gibi çarpıldığımızı kaymış suratlarımızla çok geç anladık.
Ya da sarıp başına hayatı, şimdi bari doğru yerinden oyup açalım gözlerimizi, kağıt mendilleri okusaydık bu kadar derin mi olurdu şu üç günlük dünyaya kalp kırıklığımız.
Hangi öfkeli düşüncelere dalsan da ertesi gün yine kaldığın yerden uyuşturucudan kurtulamayan hastalar gibi ‘var mı bir şeyler Özcan ağbi’ dediğimde, bir ‘kütüphane var, fiyat düşürsün diye bekliyoruz, bakalım, bu sefer olacak’ derdi, palavraları hem ciddi çok saygındı, sakin usulca düşünceli ve kararlı inandırıcı cümlelerdi, en azından öldüğü güne kadar hepimizi hayrette ve merakta bıraktığı için, taşıdığı sattığı vesile olduğu kitapları değil de bizi peşinden sürükleyen bu merkezi tavrını korumayı başardığı için onu saygıyla anıyorum.
Her defasında palavra olduğunu bile bile belki kimbilir diye peşine takılırdık, palavraları en kral reklam spotlarından daha şık daha ayartıcıydı, böyle bir dünya işte, aynı kitapların o fiyatlarıyla biz içeriğiyle yaşayıp, sonunda, aynı eşit dibe vurmuş elde var sıfır maddi koşulların sınıfsız komünizmiyle denkleştik.
Oysa ne o müsrif ne biz hovardaydık.
Sanırım şöyle bir hastalık, daha önce tanımadığın bir kitabın kapağını açmak insana hem tuhaf bir gurur hem de esrarkeşlik gibi bir şey. Sayfaları çevirdikçe tarihin içinden sesler iniltiler hırıltılar duymak, her ayrı yatakta başka tür kadın çığlığı Kazanovalık gibi bir şey, ya da tarihten birileri, avuçlarına beynine kese kese altın döküyor gibi bir hisse kapılıyorsun, ya da asırlar öncesinden simli kıvılcımların hala ölmemiş pırıltıları sana ait bir testiye durmaksızın dolduruyorsun.
Özcan ağbi Ankara sokaklarından milyonlarca kitap toplayıp sahaf tezgahına getirdi, bu kitaplardan yüzbinlercesi tek tek elimizden geçti, ilk elden kitapları karıştırmak yazarlar için de sürprizlerle doludur, bir çoğunu anlatmanın öyküsü uzun sürer, geniş kitlelere daha kolay anlatılacak ortak bir tanesini söyleyeyim aklınız çıksın.
Ergenekon operasyonları yeni başlamış, dinleniyoruz takipdeyiz herkes ha bugün yarına kalmaz içerdeyiz diyor, işte bu günlerde sahafa Alpaslan Türkeş’in askeri öğrencilik yıllarından kalma ders kitapları geldi, daha bismillah tozlu tozlu birini elime aldım, içinden daktiloyla yazılmış bir kağıt çıktı. 60 ihtilalinde kendisine sunulmuş bir çalışma raporu, sıkı durun başlığı: Ergenekon…
Silahlı gizli bir örgütle alakası yok, gençlik ve kültürel çalışmalar planlanması Ergenekon başlığıyla isteniyor. Bu Ergenekon başlıklı tavsiye raporu şu anda raflarımda bir kitabın içinde, düşünün evim basılıyor ve bulunuyor, bu ne manyaklık demeyin, sürmekte olan ve hiçbir ciddi delil bulunamayan Ergenekon davası için bu sıradan bürokratik rapor dahi, sanırım en ‘ciddi’ ipucu… Ne mi yaptım, elime kezzap dökülmüş gibi kitabı fırlattım… Korkudan birkaç gün yanaşamadım üç dört gün sonra yahu ben paranoyok bir manyak mıyım deyip gidip kitabı titreye titreye satın aldım.
Özcan ağbi sokaklarda süründü, hurdacı, hırpani giysileriyle sokak arasında tanınması gerekir, bu sefil kirli giysiler biraz da iş elbisesi gibiydi ya da Goya’nın körleri dilencileri ucube tablolarından kalma Sahaf dükkanına çok yakışır bir resim gibiydi.
Unutmadan palavralarıyla ünlü Özcan ağbi’yi son gününe kadar tavlada hayatı boyunca bir kez olsun kimse yenemedi, kaskatı kirli paltosu ve bu inanılmaz rekorun sahibi olarak öldü.
Sokaklarda yatıp altına sıçıp işeyen adamlara benzeyen Özcan ağbi hırlayarak tıksayarak balgamlayarak da olsa düzgün Türkçesiyle yere çömelir şehirli zevk sahibi beyfendiler gibi, bir de iddialı tavla maçlarını, yer, stad, durum, hava şartları, bahis, kişi adlarını, atılan her zarı tane tane sıralayarak Macarlar’ı yenmiş eski Türk milli takımı gibi keyifle anlatırdı.
Bazen iğrenirdim Özcan ağbi’den, taşıdığı kitaplar yüzünden, öyle tuhaf lüzumsuz kitaplar getirirdi ki. Ya ne bunlar deyip fare bokundan değersiz, tiksinir yanına yaklaşmazdım. Son on yıllarda ne ucube kitaplar çıkmış haberimiz yok, kitabın ismi kendisi öyle bozuk öyle sümüksü ki bir tarafına bulaşır çıkmaz diye korkar sinirlerin alt üst olur, çöpten bile kıymetsiz sidikten şarap denemesi, balgam kokteyli ucube kitaplar, yüzyılımızın veba salgını işte bu kitaplarla çürütüyor milyonları.
Bazen küfrederdim, yılların hurdacısısın şu kitapları görünce insan tifo gibi tüberküloz gibi hastalık kapıyor, taşıma artık bu kıymetsiz şeyleri, desen de ne fayda. Artık çöpden değersiz binlerce ıvır zıvırı hamuru için presleyip fabrikasına göndersen, genetiğiyle oynanmış bitkiler gibi yeni kağıdının genetiğini de ruhundan bozar.
Oysa hurdacılığın ve sahafcılığın altın kuralı ‘her malın mutlaka müşterisi vardır’. Tarihlerin sarsılmaz bu tüccar yasasına rağmen bu eften püften şeylerin yarınki yüzyıllarda değer bulabileceğini hiç sanmıyorum. Bizim kuşak kimi kırk kimi yüz yıl aynı rafta asırlarca müşterisini bekleyen soylu kitaplarla tanıştı ama bu çağ’ın son on yıllarında kurulmuş kütüphanelerin toz kadar değeri olabileceğini hiç düşünmüyorum, bir ucube mezarlığı, kolu bacağı sakatlanmış birbirinin ölü parçalarını yiyen çiftlik tavukları gibi yazarlar kitaplar yayınevleri, vah maşallah bir de hepsi üstüne ödüllü alnında madalya kurdelası eserler.
Böyle nöbetlerim vardır siz bana bakmayın küfreder geçerim, yine de tavsiye ederim hep o eski hayallerle büyüyün. Düşünün falan pasajın filan bodrum katının en dip rafının iki sıra arkasında gizlenmiş kitabın müşterisini. Kimbilir ikiyüz yıl sonra gelecek. Kimbilir sümük kadar değersiz bu kitabı bulunca Mozart’ın kayıp bir konçertosu gibi sevinçle sarılacak. İki yüzyıl sonra yine sokaktan su gibi kızlar akarken yüzlerce yıl öncesinin sayfalarında birileri yine bizim gibi kıtır kıtır burun bokları ufalanmış sayfalara sarılacak.
Aynı kitapların aynı raflarda yıllarca granit kaya katmanları gibi taşlaşıp fosillenip durması sahaf dükkanına heybetli bir duygu verir.
Ama çoğu zaman insanı sinirlendirir, hep aynı yerde, gözünün önünde hep aynı kitap, hiç değişmeyen zaman gibi, rahatsız eder sizi, hiç akmayan havuzlanıp çürümüş ırmak gibi, bir mezarlık gibi, hepsi ölmüş hepsi gömülmüş hepsi çürümüş, sayfalar yapraklar tarihin derinliklerinden cesetlerden hala yükselen hırıltılı çığlıklar gibi.
Tekrar, aynı, yine, usandırır insanı, bu duygularla Sefiller kitabının eski bir baskısını tahtadan paslı çivi söker gibi çekip aldım tozlu rafından.
Aynı kapağı aynı yüzü aynı rafta aynı mezar yeri gibi görmekten gına gelmiş olmalı, küfrederek kitaba: ‘.mına koduğum, bir dilenciyi yazdın iki yüz yıldır yüz ayrı dilde yüz ayrı coğrafyada hala okutuyorsun.’ dedim.
Küfrümün salyaları sağa sola sıçradı yerde çömelmekte olan Özcan ağbinin gözlerinde o güne kadar görmediğim hüzünden beter bir karanlık gördüm.
Bir densizlik mi yaptım. Şakayla karışık küfrettim, ne var bunda, niye bu kadar bozuldu?
Tunalı’da Tunalı pasajının altındaki sahaf Erdal, çok affedilmez bir ayıp etmişim gibi bir zaman sonra fırsatını bulup koluma girdi kulağıma fısıldar gibi.
‘Bu bizim Özcan ağbi var ya hurdacılık yapmadan önce Etlik Garajı’nda ‘dilenci’ çalıştırıyordu’
‘İki dilencisi vardı, elleri burunları bahçe makasıyla kırpılmış, el arabasına koyuyor, otobüs müşterilerine ucubelerini gösterip dilendiriyordu…’
‘Hayat işte, tıpkı Sefiller romanı gibi, kendini hep bu kitaptaki kahramanlarla özdeşleştirir’ diye devam ederken..
Çakızladım düpedüz eşeklik etmişim, kitapçıda bir an canım sıkılmış, bilmeden, Sefiller’in kötü dilencisinin dürüst bir ahlak’a çıkan evrensel dünya dersini unutmuş, densizlik etmişim.
Özcan ağbi için Sefiller kitabı hayatının bire bir tıpkı otobiyografisi gibi çok kutsal, kendi hayatı yazılmış gibi.
Büyük insanlığın büyük kitapları işte bunlardı, kitap yüzelli yıl önce yazılmış ama kahramanı hala yanımda canlı canlı sigarasını içiyor nefes alıp veriyor.
Donakaldım. Gözlerimin içine bakarak palavrası zevkli bir hikaye anlatmasını boşuna bekledim, boşuna nezaketle çay sigara tavla ikramında bulundum.
O sefil ama zengin ruhları çoktan unutmuşum, bize de ders olsun demek ki Sefiller’i ruhumuz sarsılmadan okumuşum.
Ya da bizimki bir kitap deliliği mi ‘hayatları’ ‘kitapların içinde’ sanmışım.
Nezaket kıvamını kalbiniz soluk alıp veren canlı insanlardan tutturamıyorsa bu nice okumaktır?
Okumak kaşık kaşık harfleri toplamak mıdır yoksa okumak aynı kaşığı kalblere bandırmak mıdır?